2015 yılında Amerika’da bir think-tank kuruluşunda muhataplarımıza şu soruyu sormuştum; “ABD üniversiteleri nasıl dünyanın en başarılı üniversiteleri haline geldiler? ABD ne yaptı ki bu başarıyı elde etti?”
Cevap çok kısaydı: “Denge!”
Bunu biraz detaylandırmalarını istediğimizde, uzun uzadıya izah ettiler;
“Eskiden ABD’de farklı görüşlerden her gruba (demokrasinin gereği olarak) kendi üniversitelerini kurmaları için izin verilirdi. O grup mensupları da kendi üniversitelerini kurduktan sonra, bu üniversitelerde sadece tek tip düşünce üretilmeye başlandı. Bu da yobazlığın önünü açmıştı. Örneğin: Protestanlar kendi üniversitelerini, Katolikler kendi üniversitelerini ve diğer dini ve ideolojik gruplar kendi üniversitelerini kurdular.
Yine örneğin Protestanların kurduğu üniversitelerde sadece Protestan akademisyenler işe alınmaktaydı. Durum böyle olunca, bu üniversiteler, normal olarak Protestan çerçevesi sınırları dışında yeni bir düşünce üretmekten aciz kaldılar. Her grubun kendi üniversitesini kurması uygulaması, adam kayırmaya, niteliksiz insan gücü ortaya çıkarmaya, bireylerin kendi görüşüne uymayan bütün diğer düşünceleri dışlamasına ve en tehlikesi de devlet dengesini bozacak yapılanmalara neden oldu. Hükümet yetkilileri bu konunun aşılması için neler yapılması gerektiğini uzun uzadıya tartıştılar. Neticede şöyle bir karar aldılar: “Denge ve Rekabet” için gerekli alt yapının oluşturulması… Yani her bir üniversitede ayrı ayrı düşünceye sahip olan hocalar göreve alınacak ve bu da normal olarak check-balance (denge-denetleme) ortaya çıkaracak ve böylece üniversiteler yeni düşünce üretmekte daha başarılı olabilecekler.
Örneğin Protestan üniversitesinde, Protestan akademisyenler yanında Katolik, Ortodoks, Yahudi ve Müslüman hocaları da işe alınacak ve böylece rekabetin önü açılarak bunların kendi aralarında birbirlerinin düşüncelerini eleştirmeleri ve böylece “gerçeğin/hakikatin” ortaya çıkması sağlanacak. Zira fikirlerin çarpışmasından hakikat güneşi doğar. Bu stratejiyi bütün kurumlarında uygulamaya başlandığında ABD bugünkü konumuna yükseldi.”
Türkiye’nin son 150 senesine baktığımızda, darbeler ve darbe girişimleriyle çalkalandığını görmekteyiz. Hemen her 10 senede bir darbe veya darbeye teşebbüs yapıldığını görmek mümkün. Cumhuriyetin kurulmasıyla hükümetler, çoğunlukla Sol ve Kemalist düşünce sahibi olanları işe alarak (asker, polis, mit, hukuk ve bütün diğer devletin alanlarında) ve “muhafazakâr” kesimi dışlayarak, darbelerin devam etmesine zemin hazırladı. 2006-2007’de başlayan Ergenekon Davaları süreci ile durum tersine işlemeye başladı. Nihayet önceden dini bir grup olduğu düşünülen FETÖ’nün muhafazakâr bir iktidara darbeye kalkıştığı 15 Temmuz 2016 hain darbe girişimi sürecini yaşadık.
Psikolojide şöyle bir ifade var; insanın duyguları yay gibidir, baskı ile bastırabilirsin ama asla yok edemezsin. Günün birinde fırsat karşı tarafa geçtiğinde, daha da bilenmiş olarak diğerini bastırmaya ve yok etmeye girişecektir. Çünkü rekabet halindeki bütün insan topluluklarının psikolojik kaygıları, iktidar ve güvenlik temellidir. Yani “biz onları etkisiz ve işlevsiz hale getiremezsek, onlar bizi günün birinde etkisiz hale getirmek için var güçleriyle çalışacaklardır” şeklindeki düşünce tarzı, topluluk psikolojisinin temelinde yer alır.
Bir topluluğa dıştan yapılan her müdahale, grup içi dayanışmayı ve birlikteliği artırmakta ve rakip gruplara karşı daha da radikal fikirler benimsemelerine neden olmaktadır. Bu nedenle de rekabetçi gruplar zayıflatılır, fakat yok edilemez. Örneğin: Müslüman veya Türk kimliğini nasıl ortadan kaldırılamıyorsa, grup mensubiyeti de ortadan kaldırılamaz. (Burada şunu da ekleyelim; gruplar arasından her zaman geçiş mümkündür.)
O zaman devlet yöneticileri ne yapması gerekir?
Türkiye’de Sağ-Sol düşüncelere sahip gruplaşmalar var. Sağ gruplaşma arasında, Milli Görüş, Nurcular, Süleymancılar, Nakşiler, Kadiriler vs. olduğu gibi sol tarafta da Kemalistler, Aleviler, Komünistler, Ateistler, vs. gibi alt gruplar vardır. Bu alt grupların da alt grupları var. Ayrıca etnik açıdan da Türk, Kürt, Arap, Arnavut, Boşnak, Çerkez, Ermeni, Yahudi, Rum vs. gibi birçok farklı etnik unsur, vatandaşlarımız arasına yer almakta.
İktidarda olan/olacak siyasilerin her zaman bütün devlet kurumlarında hiçbir grubun dışlanmadığı hissiyatını vermeleri gerekir. Diğer bir ifadeyle gruplar arasında denge oluşturulması gerekir. Örneğin, her bir kurumda nitelikli bir Milli Görüşçü, Nurcu, Süleymancı, Nakşi, Kadiri vs. olması gerektiği gibi, diğer taraftan da nitelikli bir Kemalist, Alevi, Komünist, Ateist vs. olacak ki birbirlerini kontrol edip denge sağlansın.
Yoksa bazı gruplar tasfiye edilirken başka bazı grupların niteliksiz mensupları ya da nitelikli de olsa tüm devlet kadrolarına sadece bu grupların mensupları yerleştirilirse, o zaman diğer dışlanan gruplardan en az birkaçı ittifak yaparak örgütlenebilirler ve devlete yerleştirilen grup mensuplarını daha acımasız yöntemlerle tasfiye etmeye çalışabilirler. Bu şekilde farklı grupların birbirlerini tasfiyesiyle devam edecek uygulamalar, fasit bir daire şeklinde ülkenin tüm enerjisini kendi içinde yok edebilir.
Gruplar arasında denge bir defa sağlandığında ise, idaresi her zaman kolay olur. Çünkü bütün gruplar azınlıkta olur ve rekabet içinde her bir grup, diğer gruplardan gelenlerin nitelikli olmalarını isteyerek torpilin yerini nitelik almasını sağlar. Devlette eğer nitelik ve liyakat ön plana çıkarsa, torpille iş yapanlar da zamanla kendiliğinden tasfiye olacaklardır.
Diğer bir konu ise sıkı denetimle beraber, ihanet edenlerin cezasının kesinlikle idam olması gerektiğidir. Fakat idam cezasının getirilmesinden önce, ülkede adaletin hakkıyla sağlanması gerekir. Zira denge, denetim ve adalet olmayan bir ülkede 10 sene önce ihanet damgasını yemiş insanlar (örneğin Ergenekoncular), sonradan kahraman (ya da en azından masum) ilan edilebildiğinden, bu kişilerin hain ilan edildikleri zaman diliminde idam edilmiş olmaları, telafisi mümkün olmayan bir adaletsizliğe neden olacaktır. Bu gibi durumlarda 1979 yılında İran Devriminden sonra idam edilen binlerce masum insanın trajedisi gibi trajediler yaşanabilir. İranlı hâkimler, siyasilere: “Bunlar masum, bunları nasıl idam edelim” dediklerinde, siyasilerin cevabı: “Bir şey olmaz, onlar arasında hainler var. Hain olmayan çıkarsa ne olacak ki, cennete giderler, eğer hain iseler zaten tam adalet etmiş oluruz” demişlerdi.
Siyasal iktidarların aynı görüşe sahip çoğunluklardan oluştuğu farklı ülke örneklerinde, tam adaletin genellikle sağlanamadığı görülmektedir. Bunun nedeni de tek bir gruptan olan iktidar sahiplerinin aynı fikirden kimseleri kayırmaları, onların yaptıkları adaletsizliklere göz yummaları ve başka grupları tasfiyeye çalışmaları gibi grup psikolojisinden kaynaklanmaktadır.
Bu uygulamalar ise dışlanan diğer grupların ortak düşmana karşı birleşmeleriyle sonuçlanmaktadır. Hobbes, bu durumu bir önceki analizimde yer verdiğim şu ifadeleriyle özetlemektedir; “İnsanların temelde eşit olması, en zayıf bireylerin ya da tek başına bir bireyin de entrika çevirebileceği veya başkalarıyla işbirliği yaparak en güçlüye karşı öldürücü güce sahip olabileceği anlamına gelmektedir. Bu yetenek eşitliğinden, amaçlarımıza erişebilmek için umut eşitliği zuhur eder. “Ben de senin kadar iyiyim, bu yüzden ben de en az senin sahip olduğun şeylere sahip olmalıyım” şeklindeki bir anlayış ile özetlenebilir bu durum. Ne var ki kıtlık, bir kimsenin arzuladığı her şeyi elde etmesine izin vermez. Netice olarak da insanlar arasında rekabet ve düşmanlık ortaya çıkar. Düşmanlık; rekabet, güvensizlik ve meşhur olma tutkusuyla daha da artar. Rekabet; insanı kazanç için istilaya ve saldırganlığa yöneltir. Güvensizlik ise emniyet arayışına…”
Özetle, bir daha 15 Temmuz hain darbe girişimi ve benzerlerinin yaşanmaması için, devlet yönetiminde denge, denetim ve mutlak adalet sağlanmalı ve bu unsurlarla çelişecek uygulamalardan kesinlikle uzak durulmalıdır.
Yazarın diğer yazıları için tıklayınız.
Comments are closed