Her senenin Nisan ayında ABD Başkanının sözde Ermeni Soykırımı hakkında ne söyleyeceği, hangi ifadeyi kullanacağını merak edip, devamında bu konu hakkındaki ifadelerinin Türk kamuoyunda tartışılmasına alışmışken, bu sene 1. Dünya Savaşında müttefikimiz olan Almanya Parlamentosunun ezici bir çoğunlukla “sözde soykırımı” kabul etmesi, Türk kamuoyunda tabiri caizse şok etkisi yarattı.
Osmanlı İmparatorluğu, 1. Dünya Savaşında dört yıl süreyle 5’i birinci derece, 3’ü ikinci derece cephe olmak kaydıyla toplamda 8 cephede ve tarihinin sayıca en büyük ordusu olan yaklaşık 1.500.000 askeriyle bir ölüm kalım savaşı vermiştir. Bahsi geçen harpte eğer Almanya’nın desteği olmasa idi, deyim yerindeyse Osmanlı kolunu bile kıpırdatamazdı. Zira yıllardır süre gelen ekonomik buhranlar ve Balkan Savaşlarında alınan ağır hezimetler, Devleti ve orduyu zaten bitirme noktasına getirmiş ve Osmanlı tüm kurumlarıyla iflas etmiş durumdaydı.
Söz konusu savaşta Osmanlı İmparatorluğu, savaşın tüm ekonomik ve lojistik gücünü Almanya’dan almış ve onun desteğiyle bu uzun soluklu savaşta var olabilmiştir. Kafkas Cephesini, Çanakkale’yi ve hatta Irak ve Filistin cephelerini ayrı tutsak bile, Galiçya Cephesinde sırf Almanya’nın savaş yükünü hafifletmek için 15.000 civarında Mehmetçiği bilmedikleri, adını bile duymadıkları yaban ellerde şehit bırakarak, bu müttefikimize bahsi geçen lojistik yardımlar karşılığında diyet ödemek zorunda kaldığımız da tarihi bir gerçektir.
Hal böyle iken, “tehcir” gibi büyük bir maddi olduğu kadar manevi külfet ve sorumluluk isteyen hadisenin, Almanya gibi bu olayın mali yükünü karşılayacak bir Devletin izni ve onayı olmadan gerçekleştirmek ve söz konusu müttefikimizin bilgisi olmadan gerçekleştiğini düşünmek abesle iştigaldir.
Ermeniler, yüzyıllarca Osmanlı bayrağı altında barış ve huzur içinde yaşayan ve kendisi gibi o bayrak altında yaşayan onlarca millete nasip olmayan “sadık millet” unvanına layık görülmüş bir millet idi. Ermenilere yaklaşık 600 yıl süren İmparatorluk serüveninde 29 paşalık, 22 bakanlık, 33 milletvekilliği, 7 Büyükelçilik, 11 Başkonsolosluk gibi en üst makamların verilmesinin yanı sıra, Ermeni vatandaşlara da tarihin hiçbir döneminde Müslüman-Türk ahaliden farklı bir statü uygulanmamış, bilakis asli unsur olan Türkler, o cepheden bu cepheye koşarken onlara da diğer gayri Müslimler gibi pozitif ayrıcalık yapılarak askerlikten muaf tutulmuşlardır. Ancak onlar, tüm bu nimetlere rağmen Osmanlı’ya ihanet etmişler ve bu ihanetleri karşısında tamamen haklı gerekçelerle “tehcir” uygulanmıştır. Osmanlı İmparatorluğunu yönetenlerin ve tüm Müslüman-Türk ahalinin kendilerinden gördüğü ve hiçbir makam ve mevkiinin esirgenmediği, bunun yanı sıra, sosyal alanda da ayrıma tabi tutmadığı Ermenilerin affedilemeyecek ihanetleri, tarihin derinliklerinde tüm çıplaklığı ile yerini korumaya devam etmektedir.
Bu bağlamda, Osmanlı’nın ağır bir hezimeti ile sonuçlanan 1877-1878 Osmanlı-Rus harbi sonunda imzalanan Ayastefanos Antlaşmasının 16. maddesi ile Osmanlı İmparatorluğu “Ermeni Islahatı” yapma taahhüdünde bulunarak, aslında Rusya’ya Ermeniler hakkında söz sahibi olma hakkını da vermiştir. Zaten söz konusu savaş sırasında özellikle doğu illerinde yaşayan Ermeniler, Rus ordusunda Türklere karşı savaşmanın yanı sıra, yine Rus ordusuna mihmandarlık yapmışlar, Türklerin çekildiği yerleşim yerlerinde de sayısız katliam ve gaspta bulunarak ve nifak tohumlarını fiili olarak ilk defa o dönemde atmaya başlamışlardır.
İlerleyen dönemde ve özellikle 2. Meşrutiyetin ilanından sonra hızla örgütlenen ve silahlanan Ermeni çeteleri, Doğu Anadolu ve Çukurova Bölgesi başta olmak üzere yurdun her tarafında savunmasız ve silahsız Müslüman-Türk ahaliye sayısız katliamlar ve zulümler yapmışlardır.
Özellikle eli silah tutan her Müslüman-Türk’ün cephede olduğu 1. Dünya Savaşı sırasında fırsatı ganimet bilen Ermeniler, adeta şaha kalkmış ve o güne kadar görülmemiş hadiselere karışarak cephe gerisinde kalan savunmasız tüm şehir, kasaba ve köyleri tehdit etmeye başlamışlardır. Bu bağlamda Van’ın Ruslar tarafından 1915 Mayısında işgal edilmesinde Ermeniler başrolü oynamış ve işgalin öncesinde ve sonrasında sayısız katliam yapmışlardır.
Osmanlı Devleti, ülke genelinde vuku bulan bu katliamların sonucu ve gereği olarak 27 Mayıs 1915’te “Savaş Zamanında Hükümet Uygulamalarına Karşı Gelenler İçin Asker Tarafından Uygulanacak Önlemler Hakkında Geçici Kanun” adında bugün hala tartışılan “Tehcir Kanununu” çıkartarak uygulamaya geçmiştir.
Milletimizin yetiştirdiği en önemli Tarihçilerden Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu, söz koşunu Kanun hakkında; “Almanya’nın da yönlendirmesiyle Ermenilerin savaş alanı dışında bulunan, ancak Osmanlı topraklarından olan Suriye’ye nakli kararı alınmıştır. Bu durum Avusturya-Macaristan diplomatik belgelerinde de özetle şu şekilde yer almaktadır; “Sert tedbirler alınmasının suçu Ermenilerindir. Ermeniler savaş başladıktan sonra Türk memurlarına ve Türk Ordusuna karşı akla gelebilecek her türlü düşmanca faaliyette bulundular. Ayrıca Rusların gelmesinden sonra Van Vilayetinde Müslümanları acımasızca katlettiler” (Sürgünden Soykırıma S:50) şeklindeki yabancıların tespitlerini gün yüzüne çıkarmıştır.
Dönemin Osmanlı Hükümeti tarafından bahsi geçen Kanunun çıkmasından hemen 1 gün sonra, 28 Mayıs 1915’te de o dönemde hâkimiyeti altında bulunan tüm vilayetlere söz konusu Kanunun nasıl uygulanacağına ve uygulama esnasında dikkat edilecek hususlara ilişkin 15 maddelik bir talimatname gönderilmiştir.
Söz konusu talimatnamenin 3. maddesi’nde; “ İskân bölgelerine sevk edilen Ermenilerin yolculukları sırasında, can ve mallarının korunması, yiyeceklerinin ve rahatlarının sağlanması, yolları üzerinde bulunan vilayet görevlilerine aittir. Bu konudaki herhangi bir gecikme ve ihmalden her kademedeki Devlet görevlileri sorumludur” denilmek suretiyle, tehcire tabi tutulanların can ve mallarının sorumluluğu devlete ve onun temsilcilerine yüklenilmiştir.
Harbin en hengâmeli günlerinde mülki amirlere bir de tehcir sorumluluğu yükletilmiştir. Zira cephe gerilerindeki devletin sorumluluğu altındaki tüm iş ve işlemler, olmayan imkânlarla bu Devlet görevlilerince yerine getirilmeye çalışılmakta olup; başta cephedeki ordulara iaşe, silah ve cephane nakli olmak üzere bölgelerindeki sivil halkın güvenlik, sağlık, vb. zorunlu hizmetlerinin yanı sıra, tarımsal faaliyetlerin devamı, asker kaçakları ve eşkıyalarla mücadele gibi saymakla bitmeyecek kadar sorumluluk alanları vardır.
İşte dönemin Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey ve onlarca devlet memuru, bu şartlar altında görevlerini ifa etmeye çalışırlarken, harbin sonunda rüzgârın tersine estiği günlerde yukarıda zikrettiğimiz 3. maddeye göre yargılanmışlar, kimileri ceza almış, kimileri de beraat etmiştir.
Yukarıda çok kısa ve yüzeysel olarak açıklamaya çalıştığımız üzere, “tehcir” kararından önce Ermeniler, akla hayale gelmeyecek katliamlara imza atmışlar, binlerce masumun canına, malına ve namusuna halel getirmişlerdir. Haliyle kendilerine karşı Müslüman halktan haklı bir düşmanlık ve intikam duygusu doğmuştur. Bununla birlikte, Anadolu coğrafyasında yaşayan herkes, asker kaçakları, eşkıyalar ve çetelerin tehdidi altındadır.
Devletin güvenlik güçlerinin 7 düvele karşı verdiği savaşa rağmen, tehcire tabi tutulan Ermeniler, kafileler halinde göçe tabi tutulurken kıt imkânlar seferber edilerek söz konusu kafilelerin başlarına imkânlar dâhilinde başta jandarma ve sağlık ekibi olmak üzere ihtiyaç duyulacak yardımcı personel görevlendirilmiştir.
Alınmaya çalışılan başta güvenlik önlemleri olmak üzere, tüm tedbirlere rağmen yollarda doğal kayıpların yanı sıra, gerek intikam duygusuyla gerekse eşkıya ve çetelerin yol kesmesi sonucu kayıplar olduğu da kesin olduğu kadar doğaldır da. Zira dönemin ulaşım ve güvenlik şartlarının sadece tehcire tabi tutulan Ermeniler için değil, o coğrafyalarda yaşayan herkes için yüksek risk unsurları taşıdığı aşikârdır.
Bununla birlikte Osmanlı Devletinin yollarda yaşanılan aksaklıkları ve suiistimalleri araştırmak üzere komisyonlar kurduğu ve göçün yoğun olarak uygulandığı illere göndererek kapsamlı raporlar istediği, yapılacak tahkikatlar sonucunda eksikliklerin giderilmesinin temininin yanı sıra, suçlu bulunanlar olması halinde Divan-ı Harb’e sevk edilerek gerekli cezaların verilmesinin istenildiği, dönemin arşiv kayıtlarında mevcut bulunmaktadır.
Bugün Ermeni Diasporasının sıklıkla dile getirdiği iddiaların başında, Osmanlı’nın Ermenileri bilerek ölüm yolculuğuna çıkardığı, yollarda gerek Teşkilat-ı Mahsusa elamanlarına, gerekse Çerkez ve Kürtlere göz yumarak binlerce soydaşlarının katledildiği iddiası gelmektedir. Ancak yine Osmanlı arşiv belgelerinde, tehcir kararının bir numaralı uygulayıcısı olan Talat Paşa’nın imzasıyla, yollardaki Ermenilere musallat olan, saldıran kişi veya kişilerin “tahkikat komisyonlarına” sevk edilerek devamında suçlu bulunanların Divan-ı Harbe gönderildiğine dair onlarca belge bulunmaktadır.
Tarihçi Yusuf Sarınay’ın tamamen arşiv belgelerine dayanarak hazırladığı 2005 tarihli “Ermeni Tehciri ve Yargılamalar” başlıklı sunumuna göre; sadece 19 Şubat-22 Mayıs 1916 tarihleri arasında sonuçlandırılan Divan-ı Harb-i Örfi yargılamalara göre; “67 kişi idam, 524 kişi hapis, 68 kişi ise kürek ve para cezasına çarptırılırken, 227 kişi beraat etmiş ve ceza alanların cezaları da hemen infaz edilmiştir.” Sırf bu kısa dönemde yapılan yargılamalar dahi baz alınsa, yargılamaların gayet objektif olarak yapıldığı ve Devletin bilinçli olarak Ermenileri ölüm yolculuğuna çıkarmadığı sonucuna kolaylıkla varılabilir.
1.Dünya Savaşı yıllarında ülke yönetiminde İttihat ve Terakki Partisi vardır ve söz konusu partinin en önemli ve önde gelen simaları Talat, Enver ve Cemal Paşalardır. Savaşın büyük bir hezimetle sonuçlanması üzerine iktidarı bırakan ve hazin bir şekilde bir Alman Torpidosu ile yurdu terk eden bu üçlü başta olmak üzere, tüm İttihat ve Terakki mensuplarından ve taraftarlarından hesap sorma dönemi de savaş sonunda başlamıştır.
Uzun süredir muhalefette bulunan ve İttihat ve Terakkinin kudreti karşısında sesi çıkmayan Hürriyet ve İtilaf Partisi iktidarında, ülkeyi saran dahili ve harici düşmanlardan ziyade İttihat ve Terakki ile hesaplaşmalar ön plana çıkmış, yakalananlar idam başta olmak üzere, türlü cezalara çarptırılmış, yakalanamayanlar ise gıyaplarında yine idam ve hapis cezalarına maruz bırakılmışlardır.
Özellikle, Mondros Ateşkes antlaşmasından sonra ayrı ayrı dönemlerde 4 kez iktidara gelen Damat Ferit Paşa Hükümetleri döneminde İttihatçılardan hesap sorma bahanesiyle onlarca masum insan türlü cezalara çarptırılmış, birçoğu idam sehpalarında can vermiş, yine birçoğu sürgün ve hapis cezaları ile tazyik edilmişlerdir. Söz koşunu haksız ve mesnetsiz cezaların iki sembol ismi; Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey ve Urfa Mutasarrıfı (Valisi) Nusret Bey olmuşlardır.
Bu sembol isimlerden özellikle Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey, gerek isnat edilen suçlar, gerek yargılama heyetini oluşturan üyeler ve gerekse idam edilirken verdiği mesajın çok önemli ve yüzyıllar boyu bu millete ve icra makamında olanlara yol gösterici nitelikte olması hasebiyle çok daha anlamlı ve önemlidir.
Aslında Kemal Bey, daha savaş sırasında, 7 Ekim 1917 tarihinde, “terk edilmiş mallardan Memur sıfatıyla satın aldığı” gerekçesiyle 3 ay hapis, 4 ay da memuriyetten men cezası almıştır. Tehcire tabi tutulan Ermeniler, dönemin uygulamaları gereğince istedikleri malları yanlarında götürmek, istediklerini geri döndüklerinde almak kaydıyla kayıt altına aldırıp mahallinde bırakabilecekleri gibi, istediklerini de satarak yola çıkabileceklerdir.
İşte Kemal Bey, bölgesinden tehcir edilen Ermenilerden bazı eşyaları satın alma gafletine düşmüştür. Bir Devlet Memurunun hele ki, Kaymakamlık makamında bulunan bir mülki amirin böyle bir davranışı etik olarak doğru olmamakla birlikte, buna kanunen hiçbir engelde yoktur. Zaten Kemal Bey’in almış olduğu bu cezaya “memurların terk edilmiş mallardan eşya satın almasını yasaklayan bir emir bulunmadığı” gerekçesiyle itiraz etmesi üzerine Konya İstinaf Mahkemesi de 25 Temmuz 1918 tarihli kararı ile verilen cezaları kaldırmıştır.
Savaşın en buhranlı dönemlerinde yapılan yargılamalar sonucunda Kemal Bey beraat etmiş ve dosya kapanmıştır. Ta ki, 13 Kasım 1918’de İstanbul’un işgal edilip eski defterlerin ve hesapların tekrar karıştırılmasına başlanıncaya kadar. Zira 8 Şubat 1919’da Fransızların Doğu Orduları Komutanı Franse Despere’nin İstanbul Boğazına demir atan gemiden, rıhtımda ayakları altına serilen Türk Bayrağına basarak Ermeni, Rum ve Yahudilerden müteşekkil binlerce hain ve nankörün çılgın tezahürat ve alkışları arasında İstanbul’a ayak basması, özellikle Müslüman-Türk düşmanı eli kanlı katiller iken gadre uğramış masum insanlar pozunda ön saflarda bulunan Ermeniler için çok ayrı bir anlam ifade etmektedir.
Hemen o günlerde, iktidarda bulunan Tevfik Paşa Hükümeti tarafından Tahkik-i Fecâyi (faciayı inceleme) Komisyonu kurulmuş ve tehcire tabi Ermeni ve Rumlar hakkında araştırma yaparak söz konusu milletlerin mağduriyetlerini gidermek için çalışma başlatılmıştır.
Dönemin Tevfik Paşa Hükümetinin Bakanlar Kuruluna Tarım Bakanı olarak Kostaki Vayani Efendi, Posta ve Telgraf Bakanı olarak da Katolik bir Rum olan Yusuf Franko (aynı zamanda bu zât İstanbul’daki Fransız Yüksek Komiseri Defrance’nin bacanağıdır) atanırken, o dönemin çok önemli birimleri olan İçişleri Bakanlığı Teftiş Kurulu Başkanlığına Timo Leon Efendi, yine İçişleri Bakanlığı Memur ve Sicil Durumları Genel Müdürlüğüne Ohannes Ferit Efendi, Birinci Sınıf Mülkiye Müfettişliğine Haraçyan Efendi ve Maliye Bakanlığı Müsteşarlığına da Mihran Düz Efendi’ler atanarak memleketimizi idare etmeye başlamışlardır.
Diğer taraftan İstanbul Boğazına demirleyen haçlı donanmasının namluları Saraya çevrili olarak dururken, söz konusu efendilerden müteşekkil Hükümetler, hummalı bir çalışma yaparak, Ermenilerin tehcir edildiği dönemde ihmali olanların araştırılarak yargıya teslim edilmesi ve adaletin tecellisi (!) için gecelerini gündüzlerine katmaya başlamışlardır.
Bu kapsamda, Ermeni iddialarını ve müsebbiplerini araştırmak üzere, sembolik olarak elde kalan memleket sınırları 10 bölgeye ayrılarak her bölgeye bir heyet gönderilmesine ve iddiaları yerlerinde araştırarak suçluların bölgelerinde gerekli yargılamaların yapılarak cezalandırılmasına karar verilir. Ayrıca hükümet, söz konusu heyetlere katılmak üzere Danimarka, Hollanda, İspanya ve İsveç Hükümetlerine başvurarak temsilci göndermelerini istemiş, ancak İngilizler bu yerinde ve gerekli talebin yerine getirilmesini engellemişlerdir.
16 Aralık 1918 tarihinde İstanbul’da Divan-ı Harp Mahkemesi kurularak, Ermeni tehciri sırasında suçlu olanların yargılanmasına karar verilir. Söz konusu Divan-ı Harp Mahkemesinin üyeleri de tıpkı Hükümet üyeleri gibi dikkat çekicidir. 3’ü asker, 5’i yargı kökenli olmak üzere 8 üyeden oluşan bu heyetin Başkanı Emekli Tümgeneral Mahmut Hayret Paşadır. Üyelerden birisi Selanik’i Balkan Savaşlarında tek kurşun atmadan Yunanlılara teslim eden Ali Nadir Paşa, diğeri mahkemenin kuruluşundan yaklaşık 6 ay sonra bu sefer İzmir’i yine Yunanlılara tek kurşun atmadan teslim eden Süleymaniye’li Mustafa Paşa, bir diğeri Dersaadet İstinaf Mahkemesinden Artin Musdicyan ve Beyoğlu Bidayet Mahkemesinden Moiz Zeki ve Misak Margaryan ile Dimitraki Efendilerdir. Heyete Savcı olarak da milliyeti ve aidiyeti bilinmeyen Sami Bey adında bir zât atanmıştır.
Heyetteki 3 emekli asker, Enver Paşa döneminde ordudan emekli edilmişlerdir ve İttihat ve Terakkiye kin ve nefret bağlamış şahıslardır. Milliyeti tam olarak bilinmeyen Savcı Sami Bey’in Yahudi olması kuvvetle muhtemeldir ve bu durumda azınlık temsilcileri 5’e 3 çoğunluk sağlamaktadırlar. Asker kökenli üyelerin İttihat ve Terakkiye olan düşmanlıkları dikkate alındığında ne kadar objektif bir yargılamanın yapılacağı ortaya çıkacaktır.
İlk kurulduğunda yukarıda zikrettiğimiz üyelerden oluşan Divan-ı Harp Mahkemesi, ilerleyen süreçte sık sık değişikliğe uğrayacak, ancak her gelen kendisinden öncekine rahmet okutacak şekilde tutum ve davranışlara girecektir. Rahmetli Necdet Sevinç’e göre mahkemeye suçlu olarak çıkartılanların “evliya olsalar bile beraat etmeleri hemen hemen imkânsızdır”.
Mahkeme heyeti gibi, hükümetler de sık sık değişmektedir. Bitkisel hayat yaşayan İmparatorluğun başkentinde ve Kemal Beyin kalemini kıracak olan son mahkeme heyetinde Başkanlığa Mustafa Nazım Paşa getirilir. Bu zat-ı muhteremin namı Nemrut Mustafa’dır ve Kürt Teali Cemiyetinin önde gelenlerindendir. Savcı yardımcılığı koltuğunda Haralambos Efendi, sorgu hâkimliklerine Artin Boşgezenyan, Misak Margaryan ve ilk heyetten Dimitraki Efendiler vardır. İktidarda Damat Ferit Paşa Kabinesi bulunmaktadır ve hükümet İngiliz ve Fransızlar tarafından baskı altındadır.
İşte bu mahkeme ve üyelerince Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey, daha mahkemenin kurulduğu ilk gün 16 Aralık 1918’de “Yozgat Ermenilerinin tehciri sırasında binlerce Ermeni’nin katledildiği ve mallarının yağmalandığı” suçlamasıyla tutuklanarak yargılanmasına başlamıştır. Yukarıda da belirttiğimiz üzere Kemal Bey, 1917 yılında Ermenilere ait eşyaları satın aldığı gerekçesiyle yargılanmış ve beraat etmiştir. Ancak bu beraat, şimdiki mahkemeyi tatmin etmemiştir. Ayrıca o dönemdeki yargılamada ölüm ve yağmalama suçlaması bulunmamasına rağmen, bu sefer aynı dosya üzerine binlerce Ermeni’nin öldürüldüğü ve eşyalarının yağmalandığı iddiası da monte edilmiştir.
Diğer taraftan olayın vuku bulduğu yer Yozgat’tır ve Yozgat’ta da Divan-ı Harp Mahkemesi vardır. Kemal Bey’in bu konudaki “yetki itirazları” dikkate alınmamıştır. Bir başka ve önemli garabet ise, Mahkeme’de Kemal Bey aleyhine şahitlik yapacakların yurdun neresinde olursa olsun geliş-gidiş yol masraflarının karşılanmasına karar verilirken, lehinde tanıklık yapacaklara bu hak tanınmamıştır.
Toplamda 18 celse devam eden yargılamalar boyunca onlarca şahit dinlenmiştir ve tüm zorlamalara rağmen hiçbir tanık somut bir şey koyamamıştır ortaya. Hemen tamamı “görmedim ama duydum” şeklinde ifadeler kullanmışlardır. Sözde ailesi katledilen çocuk şahitlere Ermeni avukatlar tarafından ezberletilen metinler mahkemede okutulmuş, aynı metinleri birkaç kişinin okuduğu da olmuştur.
Mahkeme salonu, sözde katledilen ve eşyaları gasp edilen Ermenilerin avukatlarıyla dolup taşmaktadır, ancak hiç birinde öldürülenlerin yakınlarının vekâletnameleri dahi yoktur. Durumdan pay çıkartıp pastadan pay kapma derdinde olan İstanbul’un namlı Ermeni avukatları, leş kargaları gibi üşüşmüştür Kemal Bey’in davasına.
Baştan sona her safhası düzmece ve kurgudan ibaret olan dava, 7 Nisan 1919 tarihinde son bulur ve eski Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey’in o günkü Ceza Kanununun 56. maddesine göre; “Her kim Osmanlı vatandaşlarını bir diğeri aleyhine silahlandırarak, mukateleye (öldürmeye) tahrik veya bazı mahallerde gasp ve yağma ve memleketi tahrip veya şahısları öldürme eylemi yapmaya cesaret eder de fesat düşüncesi tamamıyla fiile çıkarsa veyahut fesat düşüncesinin icrasına başlanmış olursa o kimse İDAM olur” hükmü gereği İDAM cezası ile cezalandırılmasına karar verilmiştir.
Devletin ve necip Türk Milletinin kaderini ellerine alan bu Efendiler (!) böylesine önemli meselelerle uğraşırken, diğer taraftan yüzbinlerce Mehmetçik, türlü eza ve cefalarla esir düşüp sonu olmayan yolculuklara çıkmakta, başta İstanbul olmak üzere Devletin göz bebeği şehirleri, elini kolunu sallayarak giren düşman askerlerince işgal edilmektedir.
İdam kararı, Damat Ferit Paşa tarafından alelacele Padişah Vahdettin’in onayına sunulur ancak Vahdettin, bazı çekinceleri dolayısıyla kararı imzalamaz. Zira konunun çok hassas olduğunu, bu kararın infaz edilmesi halinde arkasının kesilmeyeceğine inanmaktadır ve ayrıca şeyhülislam tarafından fetva verilmesini ister. Damat Ferit, padişah ve şeyhülislam arasında mekik dokuyarak önce fetvayı, sonra idamın infaz onayını alır.
Her ne kadar Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi vermiş olduğu fetvada; “Divanı harp tarafından idama mahkûm edilen Kemal’in yargılanması hak ve adalete uygun bir şekilde gerçekleşmiş olduğu takdirde hakkında verilmiş olan idam hükmünün fetva varakasında kayıtlı olduğu gibi şeriat hükümlerine uygun olduğu arz olunur” demişse de, yargılamanın ve kararın hak ve adalete uygunluğunu ölçecek bir başka mekanizma yoktur. Zira Divan-ı Harp kararları kesindir ve itiraz edilemez şekilde düzenlenmiştir.
İdam tarihi, 10 Nisan 1919 tarihidir ve infaz, Beyazıt Meydanında gerçekleştirilecektir. Başından beri yargılamaya büyük ilgi duyan İstanbul halkı, infaz haberini alınca Beyazıt Meydanına akın etmiştir.
Olayın tanıklarından Hüsamettin Ertürk, “İki Devrin Perde Arkası” adlı eserinde o günü; “….meydanı dolduran insan kalabalığını on binlerin üstünde buluyordum. Saat öğleden sonra beşi geçiyordu. Yollar, meydanlar, damlar mahşeri bir kalabalık haline dolmuştu. Şimdiki üniversitenin rektörlük dairesinin önündeki çınarın altında üç ayaklı bir darağacı kurulmuştu. Bu idam sehpasının etrafı jandarma ve polislerle kordon altına alınmıştı. Binanın önünde İngiliz ve Fransız askeri kuvvetleri de yer almıştı. Kürt Mustafa Paşa Divan-ı Harbi’nin kimlerden emir aldığını gösteren bu inkâr kabul etmez deliller, böylece ortada duruyordu. Güneş Süleymaniye’nin arkasından batıyor, ortalığa pembe bir akşam rengi sinmiş bulunuyordu. Birden bire bu kalabalığın biranda sustuğu görüldü. Kimse nefes bile almıyordu. Üstünde “Daire-i Umur-ı Askeriye” yazılı bir zafer takı gibi süslü Harbiye Nezareti kapısından çıkan süngülü bir müfreze askerin ortasında, yüzü gözü solmuş, üstünde beyaz bir gömlek bulunan takriben 35 yaşlarında mağdur Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey görünmüştü” şeklinde anlatmıştır. Gerek hizmetleri, gerekse yargılanma süreci ve bu sürecin sonunda almış olduğu “idam” cezası, Kemal Beyi o günün şartlarında oldukça popüler yapmıştır. Ancak onu halk nezdinde asıl kahraman yapan, cellatların varsa son sözlerini söylemesi üzerine yaptığı konuşması olmuştur.
Zira nefeslerin tutulduğu, gözyaşlarının sel olduğu bir anda söz alan Kemal Bey, yine Hüsamettin Ertürk’ün başta olmak üzere, diğer birçok kaynaklarda nakledildiğine göre; “Sevgili vatandaşlarım, ben bir Türk memuruyum. Aldığım emri yerine getirdim. Vazifemi yaptığıma vicdanım emindir. Sizlere yemin ederim ki, ben masumum. Son sözüm bugün de budur, yarın da budur. Ecnebi devletlere yaranmak için beni asıyorlar. Eğer adalet buna diyorlarsa, kahrolsun adalet! Benim sevgili kardeşlerim, asil Türk Milletine çocuklarımı emanet ediyorum. Bu kahraman millet, elbette onlara bakacaktır. Allah, vatan ve milletimize zeval vermesin. Amin. Borcum var, servetim yok. Üç çocuğumu, millet uğruna yetim bırakıyorum. Yaşasın Millet…” demiştir ve bu sözlerinden sonra karar infaz edilmiştir.
Kemal Bey’in idamından hemen sonra çok daha dramatik bir hadise daha yaşanmıştır Beyazıt Meydanında. Kemal Beyin ailesi karşıda, Kadıköy tarafında ikamet etmektedir ve apar topar icra edilen bu hadiseden haberdar olmamışlardır. Her gün sefer tası ile cezaevindeki oğluna akşam yemeği getiren Kemal Bey’in babası Arif Bey, Kadıköy’den karşıya geçmiş ve Beyazıt Meydanına geldiğinde olağanüstü kalabalığı görünce oradakilere bunun sebebini sormuştur. Kalabalıktan bir zevat, bir adam astılar ona bakıyoruz deyince irkilen baba Arif Bey; önündeki insanları ite kaka idam sehpasına yaklaşır ve oğlunun cansız bedenini görür. İdamın güvenliğinden sorumlu İstanbul Merkez Komutanı Osman Şakir Paşa, Arif Bey’in yanına gelerek “kimsiniz?” diye sorunca; dünyası başına yıkılan Arif Bey, gözyaşları içinde “babasıyım” diyebilmiştir. Merkez Kumandanı bu cevap karşısında kıpkırmızı kesilir ve “bir emriniz var mı?” diye sorar. Kelimelerin kifayetsiz kaldığı bu hazin tablo karşısında, hangi babanın ne tür bir emri olabileceğini düşünmeden sorulan bu soruya Arif Bey; sadece “Onu bana verin” diyebilmiştir. Merkez Kumandanı Osman Şakir Paşa cellatlara maktulü indirin talimatı verir ve baba Arif Bey’in oğlunun sıcak cesedini öpüp koklamasına müsaade eder.
Daha sonra Kaymakam Kemal Bey’in cansız bedeni defnedilmek üzere Beyazıt Camii gasil hanesine kaldırılır. İşbirlikçi ve tamamen işgal kuvvetlerinin güdümündeki mahkeme tarafından idam edilen Kemal Bey, idam sehpasına çıkmadan önce cebinden bir vasiyetname çıkarıp oradaki görevlilere teslim etmiştir. Söz konusu vasiyetnamesi de ibretliktir ve onurlu bir Türk memuruna yakışır cinstendir. Ermenilerin mallarını yağmalayıp, sebepsiz zenginleştiği gibi asılsız suçlamalara maruz kalan bu kahraman şahsiyet vasiyetinde; “Merhum sevgili oğlum Adnan’ın medfun bulunduğu Kadıköy Kuşdilli Çayırı’ndaki kabristanda yavrumun yanına gömülmemi diliyorum. Teyzem ve kardeşim Kadıköy’ünde sakindirler. Teyzemin adresi Mühürdar Caddesinde 67 numaralı hanedir. Adı İsmet Hanım’dır. Defin masrafı teyzeme tevdi buyrulmalıdır. Kabir taşım, hamiyetli Türk ve Müslüman kardeşim tarafından dikilmeli ve üstüne şöyle yazılmalıdır: Millet ve Memleket uğruna şehit olan Boğazlıyan Kaymakamı Kemal’in ruhuna Fatiha. Perişan zevcem Hatice’ye, yavrularım Müzehher ve Müşerref’e muavenet edilmesini, yavrularımın tahsil ve terbiyesine ihtimam buyrulmasını vatandaşlarımdan beklerim. Babam, Karamürsel Aşar Memur-u Sabıkı Arif Bey de acizdir. Kardeşim Münir de kimsesizdir. Bunlara da muavenet olunursa, memnun olurum. Türk Milleti ebediyyen yaşayacak, Müslümanlık asla zeval bulmayacaktır. Allah, millet ve memlekete zeval vermesin. Fertler ölür, millet yaşar. İnşallah Türk Milleti ebediyete kadar yaşayacaktır” demiştir.
Bu bağlamda, Anadolu’da teşekkül eden Türkiye Büyük Millet Meclisi, 14 Ekim 1922 tarihli kararı ile eski Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey’e hem “Milli Şehit” unvanı verilmesine, hem de ailesine vatana hizmet tertibinden maaş bağlanılmasına karar vererek, bu asil Türk evladına ve ailesine sahip çıkmıştır.
Kemal Bey’in idamının ertesi günü düzenlenen cenaze töreni de Milli Mücadele için mihenk taşı olarak kabul edilebilir. Zira vasiyeti üzerine Kadıköy’de düzenlenen cenaze törenine binlerce insan katılmış, özellikle tıbbiye öğrencileri bu cenaze töreninde ön safta durmuşlardır.
Celal Bayar’ın “Ben de Yazdım” adlı eserinde belirttiğine göre, tıbbiyeliler cenazeyi üzerinde Türklerin Büyük Şehidi Kemal Bey yazılı bir çelenkle karşılamışlar, İngilizler ve onların işbirlikçileri aleyhine sloganlar atmışlardır. Tekbirlerle kabristana götürülen Türk Bayrağına sarılı tabuta askerler selam durmuşlar ve bu asil Türk evladına sahip çıkmışlardır.
Cenaze töreninde milli hassasiyetlerin bu derece kabarmasından ürken dönemin efendileri(!), daha sonraki dönemlerde özellikle “Divan-ı Harp” tutuklamaları ve yargılamalarındaki pervasız tutum ve davranışlarına son vermek zorunda kalmışlardır.
Daha uzun yıllar milletimizin ve devletimizin başını ağrıtacağı belli olan Ermeni tehciri meselesinde asıl mağdurun Müslüman-Türk milleti olduğunu bilmeli ve başta Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey ve Urfa Valisi Nusret Bey gibi sembol “Milli Şehitlerimiz” olmak üzere, bu hadiseden önce ve sonra mağduriyet yaşamış yüzbinlerce insanımız olduğunu da önce kendi milletimize öğretmeliyiz. Zira bizce asıl mesele “sözde soykırımı” işlemediğimizi bu kararı tanıyan ülkelere anlatmak değil; bu hadisede asıl mağdurunun milletimiz olduğunu, binlerce insanımızın Ermeni çetelerince hunharca katledildiğini, bu yüzden de haklı gerekçelerle tehcir kararının alındığını ve milletimizin maruz kaldığı tüm vahşete rağmen tehcir esnasında yaşanması muhtemel mağduriyetlere karşı devletimizin mümkün olduğunca tedbir aldığını, bu tedbirlere uymayanları da cezalandırdığını bu Milletin evlatlarına anlatmaktır.
Gelecek nesillerimizin bu bilinçle yetiştirilmesi temennisiyle, tüm şehitlerimizi saygı, muhabbet ve rahmetle yâd ediyoruz.
.
Zafer TEKİN – zafertekin@sahipkiran.org
Yazarın diğer yazıları için tıklayınız.
Comments are closed