H. Cesurhan TAŞ – SASAM Başkan Yardımcısı [1]
1-GİRİŞ
Türkler, oldukça derin tarihsel ve zengin kültürel bir mirasa eyedirler. Tarihsel olarak son derece geniş bir coğrafî alana yayılmışlardır. Pasifik kıyısındaki Kamçatka Yarımadası’ndan Adriyatik kıyılarına kadar olan geniş bir alanda bugünlere kadar varlıklarını sürdüregelmişlerdir. Sibirya, Çin, İran, Orta Doğu, Doğu Avupa ve Hindistan gibi büyük kültür coğrafyalarında bulunmuşlar ve oralarda yerleşik halkların dünyayı algılama biçimlerini belirleyip etkilemişlerdir. Çok çeşitli kültür ve inançlarla etkileşim içinde olmalarına rağmen Türkler, özgün inanç sistemlerini bugünlere kadar korumayı başarabilmişlerdir.
İnanç kavramı en temelde, bir şeyi güvenle doğru sayma tutumunu ifade eder.[2] Bu bakımdan inanç, yeterince gerekçesi bulunmayan, kesin olmayan bir şeyi doğru sayma, us yoluyla genel geçer bir doğrulama yapmadan başkasının tanıklığı üzerine kurulmuş kanıtları, hiç kuşku duymadan onaylamayı içerir. Din ve inanç kavramları birbirinden farklıdır. İnanç özünde ruhsallık, tinsellik ve içsellik taşırken, din toplumsal bir olgu olarak bireyin toplumsal yaşamına yönelik kurallar bütününü ifade eder. İnanç kavramında bireyin dünya yaşamına yön veren içsel ilke, değer ve erdemler ile kutsallık ve könilik temel öğeler iken din sistematiğinde haram, mekruh, yasak, ceza, cennet-cehennem gibi öğeler öne çıkar.
2010’lu yılların başlarından itibaren Türkiye sınırlarının içine gerçekleşen yoğun arap göçleri ve onların gelişlerine olumlu bir toplumsal zemin hazırlayan islamoarap temelli tarikat, cemaat, cemiyet, diyanet gibi yapıların, Türkiye halkının özünden kopartılarak hızlı bir şekilde araplaştırılması amacına hizmet ettiği gözlenmiştir. Türkiye’deki Türk ulusu, adı geçen yapıların örgütlü arap dinselliği çalışmaları sonucunda Türk kimliğinden önemli ölçüde kopartılmış ve Türkiye’ye yönelik yerleşim niyetli arap göçlerine muhacir-ensar perspektifinden bakar durumuna getirilmiştir. “Türküm” demenin Türkler vicdanında suç ve günah olduğu algısı yaratılarak Türk insanının kendi özünden korkması, özgüvensiz olması sağlanmıştır.
Türk kimliğinin ve Türklüğün varlık, dirlik ve süreklilik haklarına yöneltilmiş bu acımasız saldırının sebebleri, süreçleri, sonuçları incelenerek Türk İnançsallığının arap dinselliğinden daha çağdaş, ussal ve ilerlemeci bir karaktere sahip olduğu bu makalenin hazırlanmasının temel amacıdır.
2-TÜRK İNANÇSALLIĞI
Türklerde, Ortadoğu ibrani-arap geleneklerinden farklı olarak din olgusundan ziyade “inanç” olgusu öne çıkmaktadır. Latince kökenli ‘religion’ ve arapça kökenli ‘din’ sözcükleri esas itibarıyla “borç” ile ilgilidir. Bireyin içinde bulunduğu bu dünya ve öldükten sonraki öte dünyalar ile kuracağı ilişki, bir tür “borç ilişkisi” olarak kabul edilip ona göre bir sistemleştirme gerçekleştirilmiştir. Oysaki Türklük coğrafyasında, bireyin gündelik yaşamı ve çevresi ile kurduğu ilişkiler ağı, bireyin ruhsal ve tinsel dünyası, “inanç” kavramı etrafında şekillenen bir takım ilke, erdem ve değerler bütünlüğünden oluşmaktadır.
İnanç, Türk Dil Kurumu tarafından “bir düşünceye gönülden bağlı bulunma, itikat” şeklinde tanımlanmaktadır. Bu sözcüğe nispet eki -sal getirilerek türetilen “inançsallık “ise inanç ile ilgili olma, inancın parçası haline gelme gibi bir anlam kazanmaktadır. “-Sal” ilgi eki, inanç olgusuna eylemsellik ve dinamizm kazandırmaktadır. İnanç olgusuna, somut yaşamın bir gereği ve sonucu olarak sonradan eklenen yeni birtakım konuların dile getirilmesinde önem taşımakta olduğundan makalemizde “inançsallık” kavramının kullanılması yeğlenmiştir. İnanç olgusu, din olgusu gibi donuk ve statik olmayıp akışkan ve dinamik bir yapıya eyedir. Söz gelimi, teknolojik gelişme anlamında çok değerli olan ‘innovasyon’ konusu, Türk İnançsallığı içerisinde çok önemlidir ve tinsel bir içerik de taşımaktadır. Yaşama us temelli ve bilimsel bakmak da Türk İnançsallığının ögelerinden birisidir.
“Türk İnançsallığı” hakkında Türkçe temel kaynaklar Yenisey ve Orhun Yazıtları olup geleneksel Türk inancı hakkında çok geniş bilgiler içermemekle birlikte Türk İnançsallığında yer alan Tanrı, ıduk, yer-su gibi temel kavramlardan söz etmesi bakımından önem taşımaktadır. Bu yazıtlardan başka Kara Balgasun Kitabesi, Divan-ı Lügati-t-Türk, Kutadgu Bilig ve Dede Korkut betikleri de bu konuda başvurulabilecek özgün kaynaklar arasında yer almaktadır.
Sözü geçen yazıt ve betikler dışında X. yüzyıldan itibaren Arap asıllı gezginlerin yazdıkları da yaşadıkları dönemdeki Türk İnançsallığı ile ilgili bilgiler içerdikleri için önemli bir yere sahiptir. Bunlardan İbn-i Fadlan’ın Er-Rıhle, Belazurî’nin Fûtuhü’l-Buldan, İbn-i Nedim’in Fihrist, Mesudî’nin Mürûcüz-Zeheb, İbni Batuta’nın Tuhfetün-Nuzzâr fi Garâibi’l-Emsar ve Acaibi’l-Esfar, Ya’kûbî’nin Kitâbü’l-Büldan, Kuâme b. Ca’fer’in Kitâbül-Harac, İbni Havkal’ın Kitâbü’l-Meâlik ve’l-Memâlik (Kitâbü Sûreti’l-Arz), İstahrî’nin Kitâbü’l-Meâlik ve’l-Memâlik, El-Hemedânî’nin Muhtasâru Kitâbü’l-Buldan adlı betikler sayılabilir.
Batılı araştırmacı ve gezginlerden Zamerkos, Süryani Mihail, G. Rubrouck, I. P. Carpin, Marco Polo, W. Radloff, A. V. Anohin, M. Eliade, Uno Harva, W. Barthold, W. Eberhard, J. P. Roux gibi daha pek çok ünlü aydın da Türkler hakkında yazdıklarda betiklerle Türk İnançsallığının özelliklerine belli ölçülerde ışık tutmuşlardır. Özellikle XIX. yüzyıldan itibaren Rus araştırmacılar da konuya eğilmişlerdir. Sibirya’da yaşayan Türk topluluklarının inanışlarıyla ilgili İ. A. Hudyakov, V. M. Ionov, A. E. Kulakovski, Altay şamanlığıyla ilgili V. Ç. Verbitski, S. A Tokarev, L. P. Potanov, G. V. Ksenofontov gibi pek çok araştırmacının yazmış olduğu betikler bulunmaktadır.
Türk İnançsallığı, tarihsel gelişim süreci içerisinde Türklerin yaşam sürdüğü eski ve yeni bütün topraklarda karşılaştığı diğer kültürlerin inanç sistemlerinden etkilendiği gibi onları da etkilemiştir. Türklük, en temel ve eski inançsal ilke, değer ve erdemlerini bulunduğu ve gittiği her yerde, bir şekilde yaşamayı ve yaşatmayı başarmıştır.
2.1-Türk İnançsallığının Dayanakları
Türk İnançsallığı’nın temelinde Türklerin bilinen en eski inancı “Kök Tanrıcılık” yer almaktadır. Kök Tanrı, Türkler tarafından mutlak güç eyesi, her yerde ve her şeyde var olup onsuz hiçbir şeyin varolamadığı, aşkın bir yaratıcı olarak görülüp benimsenmektedir. Kök Tanrı, antropomorfik özellikler taşımaz. Maddî olan hiçbir varlığa benzetilmediği için resmi ve heykeli yapılamaz. Her şeyin temel kaynağı odur. Evrende var olan herşey, kaynağını Kök Tanrı’dan alır. Evrendeki bütün varlığın kökü Tanrı’dır. Herşey onla ve ondan başlamaktadır. Türk hakanlarına kut verdiği için Türklerde yönetim erkinin yasal kaynağı da Kök Tanrı’dır.
Kök Tanrıcılık inancının bir sonucu olarak Türkler, doğanın bir ruhu olduğuna inanmaktadır. Bu nedenle de güneş, ay, yıldız, yer-su, dağ, ağaç, orman, taş, kaya, su, ateş ve atalar kültü gibi çeşitli kültler geliştirmişlerdir. Türk İnançsallığı içerisinde çeşitli amaçlarla yapılan sunular ve kesilen kurbanlar da özel bir yere sahiptir. Bunların yanında Türk toplulukları arasında yaygın olarak gözlenen kamlık uygulamaları da göze çarpmaktadır.
Türk İnançsallığının bir yansıması olarak Türkistan’da dağlara mübarek, mukaddes, büyük ata, büyük hakan gibi anlamları içeren Han Tanrı, Buz Tağata, Iduk Art, Kuttağ gibi adlar konmuştur. Dağlar kişisellelleştirilip kutsallaştırılmıştır. Eski Türklerde dağların da insanlar gibi konuşan, duyan, hatta evlenip çoluk çocuk sahibi olan ruhsal varlıklar şeklinde betimlenerek kutsallaştırıldıkları bilinmektedir.
Türk İnançsallığında ağaç, yeraltına uzanan kökleri ve göğe uzanan gövdesiyle üç dünya arasında bağlantı kurar gibi görünmekle birlikte mevsimden mevsime kendini yenilemesiyle de yaşamın ve ölümsüzlüğün sembolü olarak düşünülmektedir.
Türk İnançsallğında su, saflığı simgeler. Suyun bu temsili sebebiyle, kirletilmemesine özen gösterilmiştir. Kimi Orta Asya topluluklarında su, dışkı ile kirletilmez, suda kap kacak yıkanmaz.
Türk İnançsallığında taş ve kayalar birer kurtarıcı araç gibi görülmektedir. Göktürklerde ölünün gömüldüğü yere ya da mezarın yakınlarına ölen kişinin betimlemesinin yapıldığı ve hayatı boyunca elde ettiği başarılarının anlatıldığı bir mezar anıtı dikilirdi. Ünlü kahramanların mezarlarına bir anıt şeklinde dikilen bu taş heykellere “taş baba”, ya da “saymalıtaş” denilmektedir. Balballar, kahramanların hayatta iken öldürdükleri düşmanları ifade etmek için öldürülen düşmanlar sayısınca mezar başlarına dikilen taşlardır. Özellikle Göktürklerin balbalları taştan yaptıkları, taş bulunmadığı zamanlarda ise ağaçtan kazıkları bu maksatla diktikleri anlaşılmaktadır.
Türk İnançsallığında ateş, temizleyici güç olarak görülmekte olup bu güce ya da ruha Altay ve Yakutlarda “ot izi” (ateş sahibi) adı verilmektedir. Türkler arasında ateşin gökten indiğine dair yaygın bir inanç vardır. Türklerde ateş, Tanrı değil, Tanrı tarafından gönderilmiştir. Ateş temizleyici güç olarak kabul edildiğinden içinde kötülük bulunduğuna inanılan şeylerin ya ateşin üzerinden atlatılması ya da arasından geçirilmesi yöntemleri ile bu kötülüklerden arındırılmaları sağlanıyordu. Türkler, öteden beri ateşe saygı gösteriyor, onda kutsal ve temizleyici bir güç görüyorlardı. Ateş yoluyla temizlenmenin ve böylece ateşe kutsal ve temizleyici bir anlam vermenin bir örneğini de yine Türkler arasında oldukça yaygın olan, hastalıkları, evleri, ölüleri “tütsüleme” uygulamasında görmekteyiz. Türklerde ateş ayrıca kehanet aracı olarak da kullanılmıştır. Öte yandan Türklerde ateş kültünün, “aile ocağı kültü” ile yakından ilgili oluşu da dikkate değerdir.
Türk İnançsallığında atalar kültünün önemli bir yeri vardır. Atalar kültünün temeli ise ölen ataların ruhlarının geride kalanlara iyilik ya da kötülüklerinin dokunabileceği inancı ve bu inançtan kaynaklanan bir saygı duygusunun varlığıdır. Ölen ataların ve özellikle babaların ruhlarının geride kalanlara iyilik ya da kötülüklerinin dokunabileceği inancı, onlara karşı duyulan minnet duygusu, atalar kültünün temelini oluşturmaktadır. Ataların, öldükten sonra da ruhlarının yaşadığına ve toplumla ilişkilerini koparmadıklarına inanılır. Yine bu inanışa göre, insan ölümle bedenini kaybetmekte fakat benliği daha doğrusu manevi varlığı yeryüzünde kalmakta, geride bıraktığı kimselerin hayatlarını etkileyebilmektedir. Atalar kültünde, ancak belli kişiler özellikle kabile atası, ünlü savaşçılar, ulu kişilikler anılmaya, kurban ve yakarmaya hak kazanmaktadır. Böylesi insanları diğerlerinden ayıran olağanüstü yetenekleri ölümlerinden sonra kaybolmamaktadır. Birtakım mistik güçlerle dolu bulunan bu gibi kimselerin gönüllerini hoş tutmak, anılarını tazelemek, kurban ve adaklarla anmak yoluyla bitkilerin, hayvanların çoğalmasını sağlamak mümkündür. Bu amaç doğrultusunda ataların figür ve maskeleri yapılmakta, adlarına bayram ve törenler düzenlenmektedir.
Türkler, ibrani-arap dinselliği ile muhatap oldukları dönemlerde bile halkın yatırlara gidip dua etmesi, şifa dilemesi, niyaz etmesi, “Allah’ın sevgili kulları olan ve Allah’a sözü ve nazı geçebilen evliyanın yardımını dilemek” şeklinde açıklanarak islamoarabizme uyarlanmaya çalışılmıştır. Böyle bir açıklama çabası Türklerin kendi eski inançsallıklarına olan bağlılıklarını göstermektedir. Bu yatırlara gidip dua edenler, elbette Yaradan’a da yakarırlar. Günümüzde, Anadolu halkı, evliyaların yattığı yerlere (tekke, zaviye, türbe, mezar, hazire, dergâh vb.) gider ve onlardan yardım diler. Bu yardım, işsizlere iş, hastalara derman, açlara aş biçimlerinde görülebilir. Bugün hala Anadolu’da varlığını sürdüren, evliya, dede, baba inanışlarının kökenini Atalar kültüne bağlayabiliriz. Ataların, kutsal ağaçlarda mekân tuttuğu inancı Anadolu’da hemen hemen her türbenin yanında kesilmesi yasak olan bir kutsal ağaç bulunmasını da açıklamaktadır. Bu ağaç ve bitkilere gösterdikleri saygı, aynı zamanda atalarına gösterdikleri bir saygı haline geliyor. Ağaçlara bez bağlamak, mezarlara belli bitkiler bırakmak vb. bu çağrının ifadesidir. Ata ruhlarının bu şekilde doğada belli nesnelerde varolduğu düşüncesi insanların tüm doğayı canlı olarak algılamasına yol açmıştır.
Türk İnançsallığında, ruhun ölümsüz olduğuna ilişkin bir inanç vardır. Türkler, ölüm sonrası yaşamı, bu dünya hayatının bir devamı olarak düşünmüşlerdir. Bu sebeple, cesedi eşyaları ve yiyeceklerle birlikte gömmek, mezarın bir köşesine at gömmek, cesedi yakmak, cesedi mumyalamak, cesedi tabuta koyup ağaca asmak şeklinde defin işlemleri geliştirmişlerdir.
Türk İnançsallığının etkilendiği en önemli kaynaklardan birisi de Hindistan kökenli Budizm Felsefesidir. Özellikle içsel barış ve huzuru tanımlayan “nirvana”, Türk İnançsallığının da bir parçası haline gelmiştir. Nirvana arapların anladığı gibi ölümden sonra değil, bu dünyada ve şu anda gerçekleştirilebilecek bir ruhsal durumdur. Arzu ve hırsların yok olduğu, iç barış, iç huzur ve aşkın bir mutluluğa erişme hali olarak betimlenebilir. Nirvana düzeyini yakalayan bir bireyin eylemlerinde beğenilmek ya da beğenilmemek gibi bir beklenti olmaz. Başardığı işlerden alkış beklemediği gibi başarısızlık ya da kayıp onu üzmez. Kuşkusuz birey acı da çekiyor ama bunlara bilgece katlanmasını, olayların doğal akımına boyun eğmesini de biliyor. Beni aşınca bütünle bütünleşiyor. Yarının getireceklerine kaygısız, ben’in doyumsuzluğundan gelen bütün sorunlara sırtını çevirmiş, yaşam nasıl yaşanmalıysa öyle yaşamaya başlıyor.
Türk İnançsallığında yaratıcı-kul ilişkisi değil, bütün-parça ilişkisi egemendir. Birey, Yaratıcı’nın bir kulu değil, ondan bir parçadır. Sadece birey değil, bütün varlık, yaratıcının farklı görünümlerinden ibaretdir. Bu şekilde herşey, Yaratıcı güçle bir iletişime ve bağa sahip olunca yaşamın ve evrenin kendisi kutsal bir niteliğe bürünüyor. Yaratılmışı, yaratandan dolayı sevme veya hoşgörme kültürü yaygınlaşıyor. Bu bakış açısının gücü ve yaygınlığı sebebiyle, Türkler bulundukları coğrafyalarda yaşayan diğer topluluklara da, yaratıcının bir tür yansıması olarak gördükleri için hoşgörü ile davranmışlar ve onların da yaşama ve yaşamlarını sürdürme haklarını özenle korumuşlardır. Türklük, yeryüzünü bir savaş alanı olarak görmeyip Yaratıcı gücün güzelliklerinin gözlemlenebileceği bir sergi alanı olarak değerlendirmişlerdir.
3-TÜRKLÜĞÜN ARAPLARLA KARŞILAŞMASI
Normal şartlar altında araplar ile Türklerin karşılaşmasını gerektiren nesnel ve toplumsal şartlar ortada yoktur. Araplar, bugünkü Arabistan Yarımadası ve civarında yaşarken Türkler de Orta Asya denen Batı Türkistan, Doğu Türkistan, Ural Dağları, Altay Dağları bölgesi ile Sibirya’da yaşamaktaydılar. Türkler ve Araplar komşu değildi. Birbirlerine mal satan toplumlar değildiler. Peki nasıl oldu da birbirleri ile hiçbir ilgisi olmayan iki toplumun yolları kesişebildi?
İbraniler ve araplar geleneksel olarak ticaret toplumlarıdır. Akdeniz havzası içerisinde yer alan arap-ibrani toplulukları, Akdeniz şehir devletleri, Hindistan, Çin ve Afrika içlerine kadar uzanan bir ticaret ağının parçasıydılar. İbrani-arap geleneği zaten yaşamı alıp satma üzerine inşa etmiş, herkes ile bir tür alacak-verecek ilişkisi kurmayı doğal bir amaç haline getirmiş bir kültür olarak bilinmektedir.
Türklerle, arapların yollarının kesişmesine yol açan ilk faktör, islamoarapların “cihat politikası”dır denebilir. Halife Ömer döneminde islamoaraplar, yeniden tasarlayıp geliştirdikleri dinselliklerini, yaymak ve diğer toplumlara zorla kabul ettirebilmek amacıyla “cihat” adını verdikleri, silahlı propaganda faaliyetlerine girişmişlerdi. Söz konusu cihat eylemleri kapsamında miladi 642 yılında İran’daki Sasanilere karşı Nihavent Savaşını kazanarak, Sâsânî devletine son veren islamoaraplar doğuya doğru ilerlemişler ve Ceyhun ırmağına ulaşmışlardır. Ceyhun Irmağının öte yakasında Türkler bulunuyordu. Böylece, Türkler ile islamoaraplar ilk defa karşı karşıya gelmiş oldular. Demek, arapları Ceyhun Irmağına kadar getiren etmen, islamoarapların kendi inanç sistemlerini zorla yayma ve insanlara kabul ettirme politikasıydı.
Daha sonra Emevi Hanedanlığı döneminde islamoaraplar, Horasan ve ele geçirdikleri diğer topraklarda sürekli yeni işgaller peşinde koşmuşlar, müslüman olsalar dahi yerli halka ağır vergiler yüklemişlerdir. Bu nedenle Türkler ve Arapların ilk karşılaşmaları pek de dostça olmamıştır. Hatta aralarında büyüklü küçüklü çok sayıda çarpışma ve savaş yaşanmıştır. Özellikle miladi 705 yılında Kuteybe bin Müslim’in Horasan valiliğine getirilmesiyle, hoşnutsuzluklar baş göstermiş, mücadele ve durum iyice kızışmıştır. Kuteybe bin Müslim’in Maveraünnehir’in doğusuna düzenlediği akınlara karşı Türgiş Beyleri güçlü bir direnme göstermiştir. Göktürklerin batı kanadında yer alan Türgişler, Arapları savunma yapmaya zorlamış ve bu durum miladi 745 yılında Göktürklerin yıkılmasına kadar devam etmiştir. Göktürk egemenliğinin sona ermesiyle Türk toprakları doğudan Çinlilerin, batıdan da Arapların zorbalık ve saldırılarına maruz kalmıştır.
Ceyhun Irmağı ötesindeki Türk Bölgesinin savunmasını bu dönemde Türgişlerden[3] sonra Karluklar üstlenmiştir. Emevilerin Arap olmayanlara karşı könili ve eşit davranmaması, bölgedeki huzursuzluğu daha da arttırmıştır. Emevi arap zorbalığına miladi 750 yılında Abbasiler son vermiştir. Türkler, Abbasi yönetimine daha sıcak bakıp onlarla iş birliğini benimsemiştir. Göktürk Devleti’nin yıkılmasından sonra, Çinliler bütün Türk topraklarını ele geçirmek istemişlerdir. Emevilerin yıkılmasını da fırsat bilen Çin İmparatorluğu Ordusu daha da batıya yönelerek Karluk Türklerinin topraklarına girmiştir. Bunun üzerine Karluklar, Abbasilerin Horasan valisi olan Ebu Müslüm’den yardım istemişlerdir. Ebu Müslim ise komutanlarından Ziyad İbni Salih komutasındaki Arap ordusunu bölgeye göndermiştir. Talas Irmağı yakınlarında iki ordu karşı karşıya gelmiştir. Türklerin de islamoarap ordusu yanında savaşa girmesi sonucu miladi 751’de Çin Ordusu büyük bir yenilgiye uğratılmıştır.
Türkler, Emevi Hanedanlığı döneminde islamoaraplar ile tanışmış olmakla birlikte Emevilerin ırkçı tutumu ve baskıları sonucunda arap dinselliğine pek fazla ilgi göstermemişlerdir. Ancak az sayıda da olsa Emevi Ordusunda Türkler bulunmaktaydı. Söz gelimi miladi 674 yılında Horasan Valisi konumunda olan Ubeydullah bin Ziyad komutasında iki bin kişilik Türk okçusu bulunduğu biliniyor.
Kaşgarlı Mahmud, Türkmen adının “Zülkarneyn” tarafından “Türk-Manend” (Türk’e benzeyen) şeklinde verildiğini kaydediyorsa da İslam dünyasında İslam’a giren Türk zümrelerine “Türk-Manend” denildiği ve buradan “Türk-men” adının türediği şeklindeki izah tarzı daha çok kabul görmüştür. Ebu’l-Gazi, bu adın Farslar tarafından verildiğini, fakat cahil halkın “manend” kelimesini telaffuz edememesi yüzünden “Türk-men” şekline dönüştüğünü bildirmektedir. Ayrıca bu adın “Türk-i iman” kelimelerinin birleşmesi ile türetildiği ve “İmanlı Türk” manasına geldiği de bazı tarihçiler tarafından kaydedilmiştir. Ancak, dikkati çeken bir husus gerek Kaşgarlı’ da gerekse islamoarap kaynaklarında, adı geçen kavmin ısrarla Türk’e benzetilmesidir.
Orta Asya’da yaşayan Türklerin, islamoaraplarla olan ilk karşılaşmalarının 7. Yüzyılda başladığı daha önce belirtilmişti. Aradan geçen üç yüzyıl içinde kitlesel bir din değiştirme olayı gözlenmemiştir. Karahanlılar, daha önceki Türk devletlerinden farklı olarak, hükümdarların ve halkın birçoğunun arap dinselliğini benimsediği ilk Türk-İslam-arap devleti olarak kayıtlara geçtiği görülür. Ancak, burda Türk halkının genel olarak kendi öz inançlarını bırakıp bambaşka bir ulusun, bir çöl ulusunun inanışlarını benimsemesi pek ussal bir değerlendirme gibi görünmemektedir. Zira, bin yıllardır evreni, dünyayı ve kendini tanımlamasını sağlayan Türk İnançsallığı, bir çırpıda terkedilip bambaşka bir ulusun öz kültürünü benimseyecek denli Türk ulusu kendisinden vazgeçmiş olamaz. Kitlesel ve örgütlü din değiştirme anlatısı, Türklüğün ulusal kimliğine, kültürünün ve inançlarının büyüklüğüne karşı arap saldırısının bir yansımasından başka bir şey ifade etmemektedir.
Türklük ne Karahanlılar döneminde, ne öncesinde, ne de sonrasında kendisinden geçercesine, kendi usunu ve ulusal benliğini yok edecek şekilde herhangi bir başka ulusun inanç ve dinselliğini benimsemiş değildir. Türklük, arap dinselliğini reddetmediği gibi kabul etmemiştir de. Türklüğün arap dinselliğine karşı tutumu genel olarak bir “kayıtsızlık” halidir. Türklük, arapların bütün zorbalıklarına rağmen arap inanışlarını benimsememiştir. En iyi olasılıkla, “kayıtsız” kalmıştır. “Sen kendi dinselliklerini kendi kendine yaşa, bana dayatma. Benim kendi inanç sistemim var. Benim inancım bana, senin inancın sana” şeklinde bir yaklaşımla, kendi bildiğince yaşamayı yeğlemiştir. Aksini düşünmek, Türklüğün ulusal onuruna, kişiliğine ve usuna açıkça bir saldırı niteliği taşır. Bu bakış açısı, Türklüğün “Yaratılmışı, Yaratandan dolayı hoşgörme” Kök Tanrıcı anlayışınının araplara karşı da uygulanmasından ibarettir. “Araplar da yaratıcının bir yansımasıdır. Varlıklarını yok saymamak gerekir.” şeklindeki ulu bir Kök Tanrıcılık ilkesi, araplara karşı da sergilenmiştir.
Tarihsel olarak araplar, kendi dinselliklerini silahlı propaganda yoluyla yaymak şeklindeki cihat ibadeti sebebiyle Orta Asya’daki Türklere kadar ulaşmış olsalar da tarihin ilerleyen süreçlerinde Türkler, arapların yaşadıkları coğrafyaları ele geçirip arapları yönetmeyi de başarabilmişlerdir. Araplar, ava giderken av konumuna düşmüşlerdir. Gerçekte, Türk kültürü ve inançsallığının arap dinselliğinden geri kalır bir yanı yoktur. Hatta, birçok alanda Türklüğün doğal anayasası olan Türk Töresi’nin ilke, değer ve erdemleri Türk Ulusunu araplara kıyasla çok daha ileri bir toplum düzeyinde tutmuştur. Türklerin, araplardan öğreneceği yaşama ilişkin herhangi bir ders bulunmamaktadır. Arap dinselliği propagandistlerinin yaptığı “Türkler islam ile müşerref oldu” şeklindeki dedikodu ve yaygaranın herhangi bir bilimselliği ve gerçekliği bulunmamaktadır. Zira, bu önerme Türklerin araplarla karşılaşmadan önce “şerefsiz” olduğu şeklinde bir önkabule dayanır ki Türklüğün böyle bir önyargı ve önkabulü benimsemesi mümkün değildir. Çünkü, Türklüğün Töresi, Türklüğün Tanrısal ve evrensel ilke, değer ve erdemler doğrultusunda bir yaşam sürmesini garanti ediyordu. Türklük, araplar ile tanışmadan önce, çok daha ileri düzeyde şerefli bir yaşam sürüyordu. Araplar, kendi kısır ve geri çöl kültürlerini “çöle inen nur” ambalajı altında ve kılıç zoruyla insanlara dayatarak bütün insanlığı, geri bedevi yaşam biçimine dönüştürmeyi bir cihat ibadeti belleyerek, bütün dünyaya korku ve dehşet salmışlardır. Modern zamanlarda bile “bütün dünya müslüman olana kadar cihat farzdır” şeklinde bir ibadet türetilmesi yoluyla insanlık benzer tehdit ve zorlamalara maruz bırakılmaya devam edilmektedir. Bütün dünya insanlarını sıradan bir çöl bedevisine dönüştürmeyi ilahi bir görev sayan islamoarap cihat ibadeti, bu şekilde terör ve korku üretmeye devam etmektedir ki bu durum dünyanın ve insanlığın selametine, amanlık ve esenliğine yönelik büyük bir tehdittir.
Türklerin, araplarla tanışması sürecinde Talas Savaşına değinmeden geçmek olmaz. Çünkü bu savaş sonrasında araplarla kitlesel bir yakınlaşma sürecine girilmiş görünüyor. Talas Savaşına giden süreçte Çin’de Tang hânedanı, miladi 659 yılında Batı Göktürkleri’ni kendisine bağlayıp Tanrı Dağlarının güneyindeki kent devletleri üzerinde otorite ve kontrol kurarken Batı Göktürkleri’nden gelen Türgişler bağımsızlıklarını uzun süre korumuşlardır. II. Göktürk Devleti’nin miladi 682’de güçlü bir şekilde ortaya çıkması ve Türgişler’in batıda güçlenip komşularıyla rekabete girmesi Çinliler’in bölgedeki amaçlarına ket vurmuştur. Batı Türkistan’daki Çin nüfuzunu ortadan kaldıran Kapgan Kağan, Türgişler’i yenip kendisine bağlayarak bölgede Göktürk gücünü yeniden egemen kılmıştır. Ancak Kuteybe b. Müslim’in Mâverâünnehir’i ele geçirmesi ve Batı Türkistan’a düzenlediği askerî saldırı, bölgenin siyasî hayatında önemli değişikliklere yol açmıştır. Sulu Kağan önderliğinde toparlanan Türgiş ordusu miladi 720-721 yılında Semerkant üzerine yürümüş, Türgişler önce yenilmelerine rağmen arkasından araplar’ı durdurmayı başarmışlardır. Ancak sonuçta Türgiş Kağanlığı, arap orduları karşısında tutunamamıştır. Zor durumda kalan şehirlerde Türk beylerinden Fergana ihşîdi, Buhara ve Semerkant hükümdarları, Tohâristan yabgusu Araplar’a karşı Çin’den yardım istemek zorunda kalmışlardır. Mâverâünnehir’de ve Batı Türkistan’da Türk-arap mücadelesinin devam ettiği bu dönemde Çin’de Tang hânedanının başında güçlü bir hükümdar olan Hivan-tsâng bulunuyordu. Hivan-tsâng cesaretiyle meşhur kumandanlarından Kuça Valisi Kao Sien-Chih’yi Türk beylerine yardım etmekle görevlendirmiştir. Kao Sien-Chih, miladi 748 yılında Tanrı dağlarının kuzeyindeki Tokmak’ı alarak Batı Türkistan’a giden stratejik mevkiyi ele geçirmiştir. Bu sırada Kao Sien-Chih’in idam ettirdiği Taşkent hâkiminin oğlu, babasının intikamını almak için Ebû Müslim-i Horasânî ile Yedisu ve Issık Köl civarında yaşayan Karluklar’dan yardım istemiştir.
Çin ordusu ve islamoarap ordusu, Talas ırmağı kıyısında savaşa tutuşmuştur. Ebû Müslim’in gönderdiği islamoarap ordusuna Ziyâd bin Sâlih komuta etmiş, kuzeyden Karluklar yardıma gelmiştir. Miladi Temmuz 751’de Talas ırmağı kıyısındaki Atlah kesiminde gerçekleşen eden savaş beş gün sürmüştür. Karluk Türkleri Çin ordusuna arkadan saldırdığından iki ateş arasında kalan Çinliler ağır bir yenilgiye uğramıştır. Çin’in ilk hedef olarak Taşkent’i seçmesinin sebebinin Batı Türkistan’ın içinde bulunduğu siyasî durumla ilgili olduğu anlaşılmaktadır. Göktürk ve Türgiş devletlerinin yıkılmasının ardından kendileri için yegâne tehlikenin Göktürk şehzadelerinin hâkimiyeti altındaki Taşkent’ten geleceğini bilen Çinliler muhtemelen öncelikle Taşkent’i ele geçirip şehrin yönetimi ele almayı planlamışlar, öte yandan birlik içinde olmayan ve Çinliler’in önünü kesmek isteyen Türkler, Çin ordusuyla tek başlarına mücadele edemeyeceklerini bildiklerinden Çin üzerine bir sefer düzenlemek niyetinde olan Ebû Müslim-i Horasânî’yi Kuça, Karaşar, Hoten ve Kâşgar’ın işgaline ikna etmişler, bu durumu öğrenen Kao Sien-Chih büyük bir orduyla harekete geçmiştir.
Tang Hânedanı Talas yenilgisinden sonra Batı Türkistan’a egemen olma emellerinden vazgeçmek zorunda kalmış ve Türk boyları Çin baskısından kurtulmuştur. Batı Türkistan’da sarsılan Türk nüfuzu yeniden kurulup Karluklar miladi 766 yılında Tanrı Dağları yöresinde bağımsız devletlerini kurmuşlardır. Bu yeni siyasî ortam ve nüfus hareketleri, Karahanlı Devleti’nin oluşumuna zemin hazırlamış, Halife Ömer zamanında Sâsânî Devleti’nin yıkılmasının ardından bölgedeki islamoarap işgaller ile başlayan ve yüzyılı aşan Türk-arap çekişmesi, Talas Savaşı’ndan sonra yerini kısmi bir dostluğa ve iş birliğine bırakmış, Türkler, Abbâsî halifeliğinin askerî ve siyasî kadrolarında yer almaya başlamışlardır.
Talas Savaşı, kültür tarihi açısından da önemli gelişmelere yol açmıştır. Çin’de keten ve kenevirden elde edilen kâğıt bu savaşta esir alınan Çinliler vasıtasıyla Çin dışında ilk defa Semerkant’ta üretilmiş, miladi 794 yılında Bağdat’ta bir kâğıt üretimevi kurulmuş, bunu Mısır’daki üretimevleri izlemiştir. IX. yüzyıldan itibaren Endülüs’ten Hindistan’a kadar bütün islamoarap ülkelerinde kâğıt üretimine geçilmiştir. Kâğıt Avrupa’ya Sicilya ve Endülüs üzerinden girmiştir.
Genel olarak Talas savaşı sonrasında Türklerin kitlesel olarak arapların inanç ve dinselliğini benimsemeye başladıkları yönünde bir önkabul vardır. Talas savaşı öncesinde araplardan yardım isteyen Türkler kadar, araplara karşı Çinlilerden yardım isteyen Türkler bulunmaktadır. Türklerin, kendi öz töresi ve inancını bırakıp bambaşka bir ulusun geri bir kültür ve inanç sistemini benimsemesini gerektiren ussal ve nesnel hiçbir bir zorunluluk görünmemektedir. İslamoarap propagandistler, Talas Savaşı sonrasında Türklerin kitlesel olarak islamoaraplaşmasının sebeplerini sayarken;
“Türkler arap dinselliğini kılıç zoruyla değil, kendi rızalarıyla kabul etmişlerdir. Kuşkusuz, Türklerin arap dinselliğini seçmelerinin en önemli sebebi, eski Türk inancı ve anlayışı ile arap dinselliği arasında birçok benzerlik bulunmasıdır. Örneğin, eski Türk dini “Gök-Tanrı” inancı adı ile bilinmektedir. Bu inanışa göre Türkler, arap dinselliğindeki gibi tek bir Allah’a inanıyor ve O’na Tanrı (Tengri) diyorlardı. İslamiyet’te Esma-i Hüsna denilen Allah’ın sıfatlarından bazıları, eski Türk inancında da mevcuttu. Ahiret ve ruhun ölmezliği, her iki inançta da mevcuttu. Türkler cennet için Uçmağ (uçmak), Cehennem için Tamu sözünü kullanmaktaydı. İslamiyet’te olduğu gibi Gök-Tanrı inanışında da Tanrı’ya kurban sunuluyordu. İslamiyet’teki Gaza ve Cihat ile Türklerin dünya üzerinde töreyi hâkim kılmak için yaptıkları savaşlar benzer mahiyettedir. İslam anlayışına göre savaş sonunda elde edilen ganimet helaldir. Türklerde ise aynı şekilde yağma geleneği vardır. Son olarak da İslamiyet’in telkin ettiği ahlaki kurallar, Türk anlayışına da uygun düşmektedir.” şeklinde bir savı ileri sürüyorlar.
Bu sava katılmak mümkün değildir. Arap dinselliği ile Türk İnançsallığının benzerliği son derece azdır. Türklüğün Kök Tanrı inancında yaratacı güç, “tek, kök ve büt”tür. Türk İnançsallığında yaratıcı güç, herşeyin temelinde yer alan kök bir enerjidir. Bu kök enerji, tek ve bütündür. Arap dinselliği, yaratıcı için sadece tevhit deyip geçer. Tevhit, arapçada birleştirme anlamına gelen bir sözcük olup arap dinselliği, yaratıcı güç olarak neyi birleştirdiğini açıklamaz. Kerameti kendinden menkul bir tevhit inancından söz eder, ayrıntı veremediği gibi antropomorfik bir yaratıcı betimlemesini de bol bol kullanır. Türk İnançsallığında yaratıcı gücün, köklüğü, tekliği ve bütünlüğü konusundaki oldukça kapsamlı ve kuşatıcı bir Tanrı yaklaşımı, arap dinselliğinde bulunmamaktadır. Türklüğün Tanrı inancı, arap dinselliğinin Allah inancından daha kapsamlı ve kuşatıcı iken Türklerin kendi inanç sistemini bırakıp koşaradım arap dinselliği sistemini benimsemesi, ussal ve bilimsel değildir. Madem iki ulusun inanç sistemleri o kadar birbirine benziyor idi, niçin araplar Türklerin inanç sistemini benimsemedi de Türkler araplarınkini benimsedi? Türklük, arapların ve araplaşıkların bu sinsi kafalama ve Türklüğü aşağılama uygulamalarına bir son vermelidir.
Arap propagandistlerin dile getirdiği gibi Türklerin ulusal bir cihat, gaza, ganimet amaçları yoktur. Cihat kavramı, Türk İnançsallığına son derece ters bir uygulamadır. Türk İnançsallığında, güzel bir uygulamanız var ise bunu insanlara zorla veya ikna ederek benimsetmek gibi bir gayeniz olamaz. İyi olan bir uygulama, siz onu yaşayıp yaşattıktan sonra, güzel bir örneklik oluşturduktan sonra kendiliğinden yaygınlaşır. Türk İnançsallığında zorla iyilik ve zorla güzellik uygulamaları yoktur. Hele hele arap bedevi kültürünü zorla bütün insanlığa dayatmak gibi bir uygulama, asla Türk kültürünün bir parçası olamaz. Böyle bir ibadet de olamaz. Başkalarının malını, mülkünü, ailesini, toprağını zorla alıp yağmalamak şeklindeki ganimet uygulamasının Türk İnançsallığının bir parçası olması düşünülemez. Türk İnançsallığında başkasının malına el sürmek, en büyük yazıklardan birisidir. Türk İnançsallığı, suyu, toprağı, havayı, doğayı korumayı kutsal bir eylem olarak görürken, arap dinselliğinin başkalarına ait herşeyi zorla ele geçirip talan etme kültürünü benimsemesi usdışı ve ulusdışı bir tutumdur. Türklüğün, böylesi kötü ve zararlı arap dinselliği uygulamalarını benimsemesi için usunu, bilincini ve buluncunu kaybetmiş olması gerekir.
Arap dinselliğine gömülü arap propagandistlerinin ileri sürdükleri savlardan birisi de Türklüğün, islamoarabizme girdikten sonra Türk kalabidiği, islamoaraplaşmayan Türklerin yok olup gittikleri savıdır. Bu sav da kökünden yanlıştır. Türkleri, anlamadıkları bir yabancı dilde Tanrı’ya yakarmaya, sünnet diyerek 7.yüzyıl Arabistanındaki bir bedevi gibi saç ve sakal bırakmaya, kılık kıyafet gitmeye, yiyip içmeye zorladıktan sonra, bir arap bedevisi gibi yaşamaya alıştırdıktan sonra “bak sen islamorabizm sayesinde Türk kalabildin” demek ne büyük bir aşağılamadır. Gündelik yaşamını bir arap bedevisi gibi yaşadıktan sonra adına Türk denmesinin bir önemi kalmamaktadır. Anadolu’daki sıradan yurttaşların “ezanlar zaten Türkçe okunuyor” şeklindeki yaygın düşünceleri, islamoarapların bu derin kafalama, kafayı sıyırtma ve delirtme operasyonunun bir sonucudur. Zaten, Türk insanının usu kaybettirilmeden, kendisinden geçirtilmeden “Türkler, islam sayesinde varolabilidi” savını benimsetmek mümkün değildir. Gerek Avrupa’da gerek Afrika’da gerek Latin Amerika’da gerekse de Hindistan alt kıtasında Türklerin arapların bir parçası görülmesi de bu kafalama operasyonlarının sonucudur. Türkler arasında “Siz arap gibi yaşadıktan sonra kendinize Türk demenizde bir sakınca yok” şeklinde sinsi bir arap politikası izlenmektedir. Türk toplumları içerisine sızdırdıkları hacı-hoca, softa-müftü, molla-moluk, şıh-mıh sıfatları taşıyan arap propagandistleri aracılığyla Türklük, 7/24 arap baskısına maruz bırakılmakta, özünü ve kendisini bulmasına fırsat tanınmamaktadır. Türklük, bu arap ablukasını kırmak ve kendisini arap dinselliği dışında bir yerde konumlandırmak zorundadır. Bu, Türklüğün varoluşsal bir sorunudur. Türklük; varlık, dirlik ve süreklilik haklarınının korunması için kendisini, arap dinselliğinin dışına atmak zorundadır. Türklüğün, varlık sebebi bütün dünya araplaşana dek cihat etmek değildir. Türklüğün, arapları bir ve diri tutmak gibi bir ilahi görevi olamaz. Türklüğün, araplara hizmet etmek (hadimül harameyn şerifeyn) gibi bir amacı da olamaz.
4-ARABİZM VE İSLAM İLİŞKİSİ
Arabizmin ayrılmaz bir parçası olan arap dinselliği, bütün dünyanın arapların mülkü haline gelmesi ve bütün insanlığın da araplaşmasını ilahi bir emir olarak telakki edip cihat ibadeti ile de bu amacını gerçeklemeye çalışır.Bu politikaya da “ilay-ı kelimetullah” diyerek bu kötücül emelini perdelemeye gayret eder.Bütün dünyanın araplaştırılması siyasal amacını bir dinsel buyruk haline getirip cihat farzı ile de bunu bütün müslümanlara ilahi bir yükümlülük olarak yükleyen arabizm, islamı etkili bir araç olarak kullanır. O sebeple islam, arabizmin en önemli ve en vurucu entrümanıdır desek yanlış olmayacaktır. Arabizmi kendi içinde liberal arabizm, seküler arabizm, sosyalist arabizm, muhafazakâr arabizm şeklinde kümelere ayırırsak islam, “muhafazakâr arabizm” kümesinin bir alt kümesi olarak konumlanacaktır. Arap kültürünü muhafaza etme ve gelecek kuşaklara eksiksiz aktarma misyonu olan muhafazakâr arabizmin bu amacını, en etkin ve vurucu olarak islam aracılığıyla yapabildiği, tarihsel süreç izlendiğinde açıkça görülecektir. 7. Yüzyıl Arabistan’ındaki bireysel ve toplumsal ilişkileri sünnet diyerek islam şeriatının iki numaralı kaynağı haline getirip mahkemelerde hakimlerce norm olarak uygulamalarını sağlamak, eşi benzeri görülmemiş bir propaganda örneğidir. Geri kalmış bir çöl bedevi toplumunun sosyal ilişkiler ağını ve kurallarını Allah-ü Tealanın evrensel kurallarıymış gibi müslüman olan ve olmayan herkese dayatmak ve uygulatmak, yeryüzünde bulunabilecek en usdışı ve kaba uygulamalardan birisidir. Ancak, bu usdışı ve bilimdışı uygulamanın hatırı sayılır bir nüfus üzerinde etkili olduğunu da görmezden gelmek mümkün değildir.
Arabizmin ve İslamcılığın entelektüel ve siyasi tarihine ilişkin bir küçük bir araştırma, bu iki olgu arasındaki çok farklı etkileşimi rahatlıkla ortaya koyar. Yapılan araştırma ve incelemeler, çok daha incelikli bir şekilde, simbiyozdan karşılıklı araçsallaştırmaya kadar çeşitli ilişkiler yoluyla birbirini şekillendiren, birbiriyle yakından bağlantılı çok farklı ilişkiler yumağını ortaya çıkartıyor. İlk olarak, bu iki özgün öğretinin birbirine tamamen yabancı olmaktan uzak olduğunu ve söz konusu öğretileri tasarlayanların bir çatışma veya muhalefet ruhuyla öğretilerini tasarlamadıkları belirtilebilir. İkinci olarak, iki özgün öğreti ve hareketin siyasal tarihi hiçbir şekilde entelektüel kökenlerinden daha fazla çatışmacı değildir. Gerçekten de iktidar mücadelelerinin içine yerleşmiş, siyasetin nüfuz ettiği İslamizm ve Arabizm ilişkileri, bazen karşılıklı olarak kurucu bir ilişki biçimi olmuştur. Bu ilişki biçimi, neredeyse simbiyotik etkileşimler, aynı zamanda araçsallaştırma veya en azından her iki tarafın da diğerini kendi hedeflerine ulaşmak için bir araç olarak kullanabildiği siyasi dinamikler biçimini almıştır. Söz gelimi, modern zamanlarda, özellikle Sosyalist Arabizmi meşrulaştırmanın ve geniş kitlelerce kabul edilebilir kılmanın bir aracı olarak El-Ezher Üniversitesi eliyle islam, yoğun bir şekilde kullanılmıştır. 1991’deki Körfez savaşı sırasında Saddam Hüseyin, arapları bir araya getirmek için defalarca islama başvurmuştur. Saddam Hüseyin döneminde islamizm, bir arap ulus devleti tarafından başlı başına bir araç olarak kullanıldığına bütün dünya canlı yayınlarda tanık oldu.
Modern çağlarda islamizm ve arabizm, Batılı güçlerin Orta Doğu coğrafyasına girmesine bir tepki olarak ortaya çıktığı ve bu açıdan benzer toplumsal işlevlere sahip oldukları düşünülse de işin özünde islamizm, arap emperyalizminin bir koçbaşı olarak yüzyıllar boyunca kullanılmıştır. Arabizm ve islamizm zaman zaman ters, zaman zaman da doğrusal bir korelasyonla birbirine bağlı gibi görünmektedir. Kimi zaman biri yükseldiğinde diğeri düşüyor, biri egemen olduğunda diğeri marjinal oluyor. Çoğu zaman da islamizm yükselirken doğrudan arabizmi de yükseltiyor. Çünkü, islamizm yükselirken arap diline ve arap kültürüne olan ilgiyi de otomatik olarak yükseltiyor. İslami hüküm kaynaklarının tamamına yakınının arap dilinde olması, islama olan ilgilinin yükselmesini otomatik olarak arap diline olan ilginin de yükselmesi sonucunu doğuruyor. Arap diline olan ilginin yükselmesi ve olabildiğince çok insanın arapça öğrenmesi, arabizmin de en temel amaçlarından birisidir. 7.Yüzyıl Arabistan bedevi kültürünün sünnet-i seniyye denerek öğrenilip birebir taklit edilmesi de arap kültürünün yaygınlaştırılmasına doğrudan hizmet ettiği için arabizmin de çok istediği bir durumdur. Demek, arabizm ve islamizm çoğunlukla atbaşı giden iki hareket olup islamizm, arabizmin bir alt kümesi konumundadır.
Hem arabizm hem islamizm günümüzde Batı’ya karşı bir tepki olarak öne çıkmaktadırlar. Batının gücü karşısında ezildikleri için Batıya karşı tepkisel bir tutum sergilemektedirler. Ancak bu tepkilerin kendisi temelinde farklıdır. Her iki küme de aslında Batı hegemonyasındaki aynı ögeleri reddetmiyorlar. Batı ile aynı düzeyde savaşmıyorlar. Bir anlamda aynı Batı’ya karşı çıkmıyorlar. Arabizm, askeri ve siyasi bir güçle mücadele ederken, islamizm ideolojik bir nüfuzla mücadele etmeye çalışıyor. 1967 yılındaki arap-israil savaşlarında islamcılar, arap milliyetçi devletlerinin İsrail’i yenilgiye uğratmadaki başarısızlığını eleştirdiklerinde, saldırının merkezindeki şey onların verimsizliği ya da hatta zayıflığı değildir. Bu daha ziyade Batı modeli üzerine inşa edilen seküler ulus devletlerin “ahlaki iflası” olarak tanımladıkları şeydir. İslamcılar, arap milliyetçilerini batılı anlamda ulus devlet düşüncesine sahip oldukları, batılı kurumlar ile devlet ve toplum yaşamına yön verdikleri için İsrail karşısında başarısız olduklarını savlamaktadırlar. İslamcılar, Batılı düşünce yapısı içinde Batının yenilemeyeceğini ifade ederek 7.Yüzyıl Arabistanındaki Asr-ı Saadet dönemi bedevi arab düşünme biçimi ile Batının yenilebileceği gibi son derece us dışı ve bilim dışı bir savı öne sürmektedirler. Bu savın bir sonucu olarak da IŞİD, Boko Haram, Hamas tarzında kötenci ve kaba şiddeti siyasal bir entrüman olarak kullanan örgütlenmeleri ortaya çıkarmaktadırlar. Modern çağların islamcı ideologları olan El-Benna, Mevdudi, Seyyid Kutub gibileri için Batı, islam’ın ve müslüman toplumların tarihsel ve ortak düşmanıdır. Hem siyasi hem de dini-kültürel bir tehdittir. Sonuç olarak, islamcıların eleştirisi sadece Arap milliyetçi rejimlerine karşı duyulan şikâyetlerle ilgili değildir. Bu aynı zamanda daha temel olarak Aydınlanma sonrası siyasi teorilere yönelik ahlaki bir suçlamadır da. İslamcılar, Avrupanın Aydınlama felsefe ve kültürüne karşı çıkmakta ve ona savaş ilan etmektedir. İslamizm, modern arabizmi batılı aydınlanmacı kültürün bir ürünü görüp onu beğenmemekte, 7.yüzyıl Arabistan bedevi arabizminden bir sapma olarak görmektedir. İslamist arapçılar, orta çağ medrese eğitim sistemini önceleyen bir tür merdivenaltı eğitim sistemini benimserken modern arap milliyetçileri batı tipi eğitim sistemlerini benimseyip kendi ülkelerinde uygulamışlardır. Bu sayede de okuma-yazma oranını ve eğitim düzeyini hatırı sayılır bir şekilde yükseltmişlerdir.
İslam ya da arap dinselliği, arabizmin bir alt kümesi olarak onun ayrılmaz bir parçasıdır. Bir kişi kendisini ister sünnü, ister şii, ister sufi müslüman olarak tanımlasın, özünü islam ile ilişkilendirdiği anda doğal ve kaçınılmaz olarak arabizmin bir parçası haline gelir. Son derece içten ve safça duygularla iyi bir müslüman olmaya çalışan bir kişinin kaçınılmaz olarak varacağı yer, iyi bir arap olmaktır. Çünkü, islam şeriatının hüküm kaynakları ve özellikle kuran ve sünnet, “ben müslümanım” diyen her bir bireyi kaçınılmaz olarak ortalama bir 7.Yüzyıl arap bedevisi olmaya zorlar. İslam halkası içinde kalındığı sürece bu sonuçtan kaçınmak da mümkün görünmemektedir.
5-ARAP DİNSELLİĞİ YA DA İSLAMOARABİZM
Arapça “din” sözcüğünün “borç” kavramı ile ilişkili olduğu daha önce belirtilmişti. Benzer şekilde Latince kökenli “religion” sözcüğü de borç kavramı ile ilişkilidir. Dolayısıyla, ibrani-arap kültürü içinde alacak-verecek konusunun bu dünya ve öteki alem ilişkilerini de tanımlayıp belirleyecek şekilde genişletilmesi konusu da sorunsalımızın temelini oluşturmaktadır. Çünkü, ibrani-arap kültüründe ticaret çok önemli bir gelir kaynağıdır. Hatta islamoarap kültürde ticaret, rızkın esas kaynağı olarak belirtilip tüccar gibi olmak ve yaşamak teşvik edilir. Yaşama, bir tüccar perspektifinden bakmak, “herşeyden ve herkesten mümkünse nasıl bedelsiz bir şekilde yararlanırım” şeklinde etrafı gözlemek, ibrani-arap kültürünün örnek insan tipinin özendirilen özelliğidir. Böylesi tüccar bir kültürün içinden çıkan inanç sisteminin de bireyleri sürekli borca sokan, bireyleri bir ömür borçlu yaşatan ve borç ile öte dünyalara gönderen bir kimliğe eye olması da kaçınılmazdır. Bu bağlamda, islam kavramı ile ambalajlanıp kamuflajlanan, bireyleri sürekli borçlu durumda tutma, borçlu psikolojisi içinde tutarak onları sürekli sömürme amacına hizmet edecek şekilde bir mekanizma oluşturmak ve bunu sürdürmek şeklindeki islam uygulamasına masum bir şekilde “islam” demek hak ve hakikate saygısızlık olacağından bu vahim durumu “arap dinselliği” veya “islamoarabizm” şeklinde kavramsallaştırmak yeğlenmiştir.
Arap kültürü ve onun ayrılmaz bir parçası olan islam, içiçe geçmiş iki halka gibidir. En basitinden “Esselamü aleyküm” şeklindeki arapça bir tümce, Allah’ın selamı olarak islama inanan herkese, “vermek sünnet ve almak farzdır” denilerek dayatılmaktadır. “Barış, üzerinize olsun” şeklinde Türk diline çevrilebilen bu arapça tümcecik bile, hem de arapça haliyle bütün müslüman ve insanlara dayatılması, islamın arap kültürünün ne denli güçlü bir taşıyıcısı ve yayıcısı olduğunu göstermektedir. Arap kültürü ve arap emperyalizmi kendisini taşıyacak en uygun araç olarak islam gibi bir sözcüğü üretip kullanmaktadır.
Günümüzde 20’den fazla arap devleti var olsa da başlangıçta araplar, sadece Arabistan Yarımadasında yaşıyorlardı. Ancak artık “arap” olarak bilinen insanların hepsi Arap soyundan gelmemektedir. Çünkü araplar, Arabistan Yarımadası dışına islamı yaymak için “fütühata” giriştiklerinde islamı yayarken, insanları müslüman yaparken aynı zamanda da araplaştırdılar da. İslam yayıldıkça araplaşan insanların sayısı da çoğaldı. Kuzey Afrika, Sudan, Somali, Moritanya, Mısır, Lübnan, Suriye gibi halkları arap olmayan ülkeler islamlaşırken, aynı zamanda araplaştılar. Afrika’nın zenci ülkelerinin bugün arap ligi üyesi ve arapça konuşuyor olmaları, islamın arabizmin en önemli koçbaşı entrümanı olduğunun en somut örnekleridir.
Teorik olarak islam, bütün müslümanları tek bir toplum olarak görürür. Yine teorik olarak islam, müslümanları kendi arasında eşit ancak müslüman olmayanlara karşı da üstün kabul eder. Müslümanın müslüman ile ilişkisi ve müslümanın müslüman olmayan birisi ile ilişkisi aynı değildir. İslam şeriatının muamelat ve ukubat bahislerinde bu konular ayrıntılı bir şekilde anlatılır. Müslüman bir toplumda yaşayan ama müslüman olmayan bir birey, ekonomik bir yaptırma tabidir ve fazladan “cizye” adı verilen bir vergi ödemekle yükümlüdür. Buradaki müslüman bireylerin eşitliğinin teorik ve lafta kaldığının altını çizmekte yarar vardır. Çünkü, müslümanlar arasında da kan ve soy bağı itibarıyla arap olanların açık bir üstünlüğü vardır. Peygamber soyu, ehl-i beyt, seyyid, şerif, kavm-i necip gibi nesep bağına bağlı konular öne çıkartılarak arap soylu olanlar, arap soylu olmayanlara göre daha ayrıcalıklı bir konuma sokulurlar. Ayrıca, “Kuran’ın dili arapçadır. Hz. Peygamber arap idi. Cennette de arapça konuşulacaktır.” şeklindeki arabist argümanları sürekli işleyerek, arap soylu olmanın üstünlüğü diğer insanlara anlatılarak hem araplaşmak özendirilmiş, hem de islam toplumu içinde araplar ayrıcalıklı bir topluluk haline getirilmiştir. “Kuran arapça, sünnet arapça, Allah’ın dili de arapça. Öyleyse arapça ve arap olmak fazilet kaynağıdır” argümanı sürekli canlı tutularak insanların araplaşmaları teşvik edilip hızlandırılmıştır. O yüzden başlangıçta sadece Arabistan Yarımadasında olan Arap nüfusu, Mezopotamya, Suriye, Mısır, Filistin, Kuzey Afrika ve Orta Afrika’ya kadar yayılmıştır. Arap olmayan kitleler islam toplumunun içinde eritilerek bu şekilde araplaştırılmıştır. İslam, arap olmayan toplumları araplaştıran bir aygıta dönüşmüştür.
İslamı husule getiren 7. Yüzyıl Arabistan arapları, arap olmayan toplumlara islamı tebliğ ederken, Allah’ın buyruk ve yasakları diyerek Kuran’ı ve Hz. Muhammed’in yapıp ettiklerini sünnet diye anlatırken ‘Kuran’ ve ‘Sünnet’ içeriğinin de aslında büyük ölçüde Arabistan araplarının sosyal yaşam kuralları ve ilişkileri olduğunu büyük bir ustalıkla perdelemişlerdir. İslam öncesinde de Arabistan toplumu arasında var olan birçok geleneksel uygulama, islam içine alınarak diğer toplumlara “islam şeriatı” kamuflajı altında dayatılmıştır. 7.Yüzyılda Arabistan’da da bilinen bir takım evrensel bilgilere de bünyesinde yer verilen islam dini, tam bir arap dinselliği uygulamalar bütünü iken konunun araplarla ilişkisi ısrarla perdelenip Allah’tan gelen bir takım ilahi buyruklar ve yasaklar şeklinde bir söylem geliştirilmiştir. Aslında bir ilahi bir din değil de “arap dinselliği” denebilecek insan yapımı bir mekanizma peyda olmuştur. Zaten bir toplum içinden çıkartılan bir toplumsal sistemin o toplumun gelenek ve göreneklerinden etkilenmemesi düşünülemez.
Hz. Muhammed’in miladi 632’deki ölümünü takip eden ilk birkaç yüzyıldan sonra araplar artık islam’ın siyasi efendileri olmaktan çıkmıştılar. Türkler, büyük ölçüde islam coğrafyasında siyasal ve yönetsel elitler olmasına rağmen araplar hep ayrıcalıklı bir toplum olarak kalmayı sürdürdüler. Çünkü, peygamber bir araptı. Kur’an, kendi deyimiyle “Arapça bir Kur’an”dır. Arapça, ibadetin, kelamın ve fıkhın ana dili olarak kalmaya devam etmiştir. 7.Yüzyıldan sonra islam’ın yayılması, arapların yayılmasını da beraberinde getirmiştir. Bu sadece arap kabilelerinin Arabistan’dan ele geçirilen diğer ülkelere (Suriye, Irak, Nil Vadisi, Kuzey Afrika) göç etmesi anlamında değil, aynı zamanda islam sebebiyle olmuştur. İslam ile birlikte arap dili de yayılmış, böylece diğer etnik kökenlerden halklar da yavaş yavaş araplaşmıştır. Arap yarımadasının dışında kalan arap ülkelerinde nüfusun büyük bir kısmı arap kökenli olmasa da çoğunlukla arapça konuşur duruma getirilmişlerdir. İslam üstünden araplaşanlar esasen, kısaca ve kabaca anlatılması gereken bütün bir din ve kültür anlayışını arap dili yoluyla benimsemişlerdir. “Anlamını bilmeseniz de Kuran elifbasını öğrenmek sevaptır.” denilerek küçük yaşlardan itibaren arap alfabesi ve arap kültürü ile herkes hemhal edilmiştir. Bu şekilde islam, arap kültür emperyalizminin bir aracı durumuna getirilmiştir.
Arap dinselliği, modern çağlarda artık biçim ve içerik değiştirmek zorunda kalmaktadır. Yüzyıllardır Türklerin siyasal ve yönetsel egemenliği altında olsalar da araplar bir efendi olarak saltanat sürmeye devam etmişlerdir. Ancak, son birkaç kuşaktır, Suudi Arabistan ve Yemen hariç tüm Arap ülkeleri, Batı’nın doğrudan veya dolaylı siyasi kontrolü altında kalmışlardır. Fas kısmen İspanyol kısmen Fransız himayesi altındaydı. Tunus bir Fransız himaye bölgesiydi. Cezayir resmi olarak bir Fransız sömürgesiydi. Libya bir İtalyan kolonisiydi. Mısır üç nesildir İngiliz işgali altındadır. Sudan geçen yıla kadar İngilizler tarafından yönetilen bir İngiliz-Mısır mülküydü. Filistin, Trans-Ürdün ve Irak, İngiliz mandası altındaydı. Suriye ve Lübnan ise Fransız mandasıydı. Doğu ve Güney Arabistan’ın küçük ülkeleri farklı şekillerde İngiliz vesayeti altındadırlar. Adı geçen Batılı güçler, arapları üstün efendi güç olarak görmemiş, onları bilinç, bilgi ve kültür olarak değiştirip dönüştürmüşlerdir. O sebeble, arap dinselliğinin ilahi bir sistem olduğu varsayımı artık temelden sarsılmıştır. Bilimsel ve teknolojik dönüşümlerin bütün dünya toplumlarını birbine benzettiği gerçekliği de gözönüne alınırsa, arap dinselliğinin etki gücünün kısa zamanda iyice ortadan kalkacağı öngörülebilir.
Arap toplumları ve arap dinselliği modernite karşısında yenilmiştir. Batı’dan gelen yeni fikir seli, eski siyasal ve emperyal düşünceleri ve bağlılıkları bastırmıştır. Diğer yandan son yüzyıldaki sosyal ve ekonomik değişimler, inanç ve bağlılıkların kendilerini ifade ettiği geleneksel kurumları yok etmiştir. Bilgi çağı, bütün dünyanın islamoaraplaştırılması uygulaması yanında, yerel saltanatları, dinsel toplulukları, dinsel hukuku, zanaat loncalarını, mistik kardeşlikleri ve kabileleri karşı konulamaz ve bitmeyen bir değişim süreci içinde yok ediyor. En azından söz konusu kurumsallıkların, toplum ve insanların maneviyatı üzerindeki hakimiyetlerini zayıflattığı görülüyor. Sebepleri ne olursa olsun, arap zihninin bugün içinde bulunduğu kriz ortadadır. Yüzyıllardır başka ulusları akla hayale gelmeyen kafalama yöntemleri ile yok eden araplar, artık kendileri büyük bir yok oluş sürecine girmişlerdir.
6-TÜRK İNANÇSALLIĞI VE ARAP DİNSELLİĞİ KARŞILAŞTIRMASI
Türkler, araplarla tanışmadan önce Asya’daki tarihleri boyunca, Çin ve İran gibi iki büyük kültür dairesinin etkisi altında kalmışlar, ayrıca dolaylı da olsa Hindistan kültüründen de etkilenmişler ve belirli çevrelerle sınırlı olmasına rağmen Yahudi ve Hristiyan kültürü ile ilişkide bulunmuşlardır. Türkler, Asya’daki kendi inanç ve kültürlerini özü itibarıyla korumuşlar, ancak belirli ölçüde işaret edilen kültürlerden de beslenmişlerdir. Başta Oğuzlar olmak üzere X. Yüzyılda arap dinselliği ile tanışan çeşitli Türk toparları, bu yeni ve tamamen farklı içerikteki islamoarap kültürü hem etkilemişler hem de ondan etkilenmişlerdir. Türkler islamoarap kültürünü, doğrudan araplardan almamışlar Pers etkisini de içerecek şekilde İranlılardan alarak kendininleştirmişlerdir. Türkler, arap dinselliğini bütünüyle ve kendininleştirmeden almanın Türklüğü yok edeceğinin bilincinde olarak inanç bakımından araplardan ayrıştırmışlar ve “Türk İnançsallığı” şeklinde kavramsallaştırabileceğimiz bir şekle büründürmüşlerdir.
6.1-Türk İnançsallığı hoşgörülüdür. Arap dinselliği şiddet yanlısıdır.
Herşeyden önce belirtmek gereki ki Türk İnançsallığı, aşırılık ve kötencilikten, şiddet ve kabalıktan uzak bir inanç sistemidir. Bunun çok derin sosyolojik ve tarihsel kökenleri vardır. Türklüğün en temel inancı olan Kök Tanrıcılık İnancında, var olan herşey ve herkes yaratıcının bir yansıması olduğu için doğanın ve onun içindekilerin değerli görülmesi gibi bir kozmolojik algılama söz konusudur. “Yaradılmışı, Yaradandan ötürü hoşgörme” ilkesi, Türklüğün Kök Tanrıcılık İnancından bugünlere taşıdığı çok değerli ve anlamlı bir ilkedir. Bu Tanrısal ilke çerçevesinde Kamçatka Yarımadası’ndan Adriyatik Denizi’ne kadar olan geniş coğrafyada egemen bir yaşam süren Türklerin, karşılaştıkları her toplum ve topluluğa bu perspektiften bakması sebebiyle hiç kimseninin fiziksel, kültürel ve inançsal varlığına saldırılmamıştır. Hatta onları korumayı Türklük, Tanrısal bir görev bellemiştir. Türklüğün, bu “Tanrısal Hoşgörü” ilkesi ve kültürü, arapları da içerecek şekilde uygulandığı için yüzyıllar boyunca Türk egemenliği altında yaşayan araplar, diğer birçok halk gibi varlıklarını bugünlere kadar taşıyabilmişlerdir. “Aslında araplar bugünkü varlıklarını, Türk İnançsallığının Tanrısal Hoşgörü kültürüne borçludur.” desek yanlış olmayacaktır.
Yine bu “Tanrısal Hoşgörü” ilkesinin en temel yansımalarından birisini modern Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruşulunda görmek mümkündür. Türkiye Cumhuriyeti, 1923’te laik ve demokratik bir devlet olarak kuruluşundan bu yana, islam kaynaklı şiddet ve militanlığa fırsat vermeyen az sayıdaki müslüman çoğunluklu ülkeden birisidir. Türkiye’nin Mısır ve İran’daki islamın farklı temsil ve algılarına coğrafi yakınlığı göz önüne alındığında, müslüman kardeşler, İran islam devrimi, hizbullah, el kaide, taliban ve IŞİD gibi militan gruplarca benimsenen islam yorumlarına bakıldığında, Türkiye’yi islam’ın radikal versiyonlarına karşı görünüşte dayanıklı kılan faktörlerin neler olduğu herkesin dikkatini çekmiştir. Bu soruyu yanıtlarken islamoarabizmin Türk toplumlarındaki bağlamsal ve tarihsel sentezini iyi kavramak gerekmektedir. Aslında Türk ulusundaki laik hareketin dinamikleri, özellikle hükümdarlıklarının son yıllarında yönetim, eğitim ve hukuk alanlarında büyük ölçekli modern reformlar uygulayan Osmanlılardan miras kalmıştı. Üstelik, Avrupa bilimindeki ilerlemelerin bir araya getirilmesi ve 1876 ile 1909 yılları arasında Batı tarzı eğitimin benimsenmesi yoluyla Osmanlılar nostaljik bir islamoarap köken hareketinin yeniden canlanmasını engellemiştir. Aksine, değişen sosyo-politik ortamın gereklerine tepki gösteren Türkler, Batı modernleşmesini benimseyerek kendi siyasi modellerini oluşturmuşlardır. Bu reformlar Cumhuriyet döneminde hız kazanmıştır. Türk toplumundaki kilit sesler, demokrasiyi, hoşgörüyü ve hukukun üstünlüğünü teşvik etmeye çalışırken islam’ın ilkelerinin rasyonel bilimlerin ilkeleriyle uyumlu görüldüğü ilerici bir islam yorumunun vazgeçilmez olduğu konusunda büyük bir yoğunlukla hemfikirdirler. Böyle bir perspektif, yalnızca Türklerin islam algısını diğer islam devletlerininkinden ayırmakla kalmamış, aynı zamanda ülkedeki radikal islamoarap militanlığın kök salmasını da engellemiştir.
Arap dinselliği ya da islamoarabizm ise aşırılıkçı ve saldırgandır. Kendi yaşam biçimini başka ve diğer bütün dünya toplumlarına zorla dayatmayı bir ibadet beller. Bunun adına da “cihat ibadeti” der. Cihat ibadetini de üç aşamalı olarak uygular. Önce tebliğ aşaması vardır. Tebliğ, basit bir şekilde islamın özellik ve güzelliklerinin başkalarına anlatılması değildir. Anlatma, aydınlatma, yayma, propaganda, öğretme gibi başka birçok yöntem var iken “tebliğ” kavramının kullanılması çok manidardır. Çünkü, tebliğ teknik bir kavram olarak sizinle ilgili verilen bir hükmün size sözlü, yazılı ve diğer yöntemlerle bildirilmesidir. Demek, islamoaraplar müslüman olmayan sizinle ilgili bir değerlendirme ve yargılama yapıp sizinle ilgili bir hükme ulaşmışlardır. Bu hükmün de birtakım sonuçları vardır. Sizinle ilgili verdikleri bir hükmü size bildirmeleri aşaması tebliğ aşamasıdır ki islami cihadın ilk adımını oluşturmaktadır. Sizinle ilgili keyfe keder bir hüküm oluşturup bunu size bildirmeleri, islamoarabizmin ne denli tek yanlı ve keyfi bir dinsellik olduğunun en tipik örneklerinden birisidir. Hiçbir islamoarap, “bana ne oluyor da bu insan ve insan grupları hakkında yargılama yapıp hükümler veriyorum” diye kendi kendine sormamaktadır. Başkaları hakkında kesin hüküm verip bunu tebliğ ederek birtakım sonuçlar elde etmeyi ibadet sanmaktadır. Tebliğ aşamasında ikna olmayan insanlar islamoarabizmi kabul etmezse, ikinci aşamaya geçip ekonomik yaptırımlara maruz bırakılmaktadırlar. İslamoarabizmi benimsemedikleri için fazladan bir takım finansal ve ekonomik ödemeler yapmaya zorlanırlar. Yine de ikna olmayıp fazladan ödeme yapmaya da yanaşmayan kişi ya da toplumlara üçüncü aşamada silahlı saldırı başlatılır. Fiili şiddet uygulanarak islamoarabizmi benimsemesi yoluna gidilir ki bu islami cihadın zirvesidir. Üç aşamalı islami cihat ibadeti bu şekilde, bütün dünyanının amanlığı, esenliği ve gönencini tehdit eden bir nitelik taşır. Bu şiddet kültürü, ayrıca “emri bil maruf, nehyi anil münker” denerek de bir başka ibadetle desteklenir. “İyiliği emretmek, kötülükten men etmek” şeklinde özetlenebilecek olan bu islamoarap ibadet şekli de islamoarap bireylere, başkalarına karşı şiddet uygulamayı ibadet olarak yüklemektedir. Bu islamoarap buyruğa uymakla yükülümlü bir islamoarap, kendince keyfekeder bir şekilde iyinin ve kötünün standardını saptamakta, kendince iyi olduğunu düşündüğü işlem ve eylemleri, başkalarına zorla yaptırmakta veya kötü olduğunu düşündüğü işlem ve eylemleri de zorla yaptırmamaktadır.Tabi bu zorlamayı yapabilmek için şiddet uygulama gücünün islamoarap bireylerde bulunması gerekmektedir.Bu gücün olmadığı durumlarda “buğz etmek”, psikolojik olarak düşmanca duygular beslemek bir ibadet olarak islamoarap bireye yüklenmektedir. Görüldüğü üzere, arap dinselliği doğru ve doğal olmayan bir uygulamayı ibadet olarak bireylere yüklemekte, onları şiddet, kabalık ve zorbalığa teşvik edip yönlendirmekte ve zorlamaktadır.
6.2-Türk İnançsallığı insanlığı, tek ve bütün görür. Arap dinselliği insanlığı, “müslüman ve kâfir” olarak ikiye ayırır.
Türk İnançsallığında insanlık bir ve bütündür. İlk bakışta ve genel olarak bir insanı, bir diğer insandan ayrı ve üstün görmez. Bir insanı diğer insandan ayrı ve üstün yapan şeyin ilke, değer ve erdemler olduğunun altını kalın çizgilerle çizer. Kişinin sırf insan doğmakla temel bir takım hak ve özgürlüklere sahip olduğunu kabul ederek insan onurunu korumayı önceler. Bireyi içine doğduğu toplum sebebiyle direk suçlu görmediği gibi toplumu da bütünsel olarak suçlayıp cezalandırmaz. Söz gelimi, Türk İnançsallığı “yücegönüllü” olmayı bireysel bir erdem olarak öğütler. Yücegönüllülüğü bir erdem olarak benimseyen Türk bireyleri, kendilerini aşağılık görmedikleri gibi hiç kimseyi de kendilerinden üstün görmezler. Hak’kın ve hakikatın hakkını vermek konusunda çok duyarlıdırlar. Olayların gerçekliğini iyice araştırmadan ve öğrenmeden hiçkimseyi suçlamadığı gibi kimseye karşı da harekete geçmezler. Benzer şekilde “sorumluluk” da Türk İnançsallığının önemli ilkelerinden birisidir. Sorumluluğu, bireysel bir erdem olarak kabul edip, bireyleri ilgili ve bilgili oldukları her konuda sorumlu davranmaya çağırır. Sorumluluğu, soru sorulabilir olma durumu olarak tanımlayıp sorumsuzluktan uzak durmayı çok önemser. Türk İnançsallığı, insanlığın ilke, değer ve erdemlere sahip bireylerden oluşması doğrultusunda bir toplumsal yapı tasarlayıp bunun için gerekli örgütlenmeleri gerçekleştirir.
Arap dinselliği, insanları ilk başta ve temel olarak “müslüman ve kâfir” diye ikiye ayır. Müslüman olanları “üstün insan” görür. Hem bu dünyayı hem de öteki dünyayı sahiplenme ve nimetlerinden yararlanma hak ve yetkisine sahip olduğunu kabul ederek müslümana “eşrefi mahlukat” der. Sadece müslüman insanı, sırf arap dinselliğini kabul ettiği için diğer insanlardan üstün gördüğü yetmezmiş gibi bir de bütün yaratılmışların da üstünde görür. Hatta bütün yaratılmışları sömürme hakkını müslüman insana verir. Bu sebeple de müslüman insan, bütün dünyanın kendisine hizmet etmesi gereken bir mekân olduğunu, ağaçların, suların, madenlerin, havanın dibine kadar sömürülmesinin hak ve yetkisi olduğunu varsayımlar. “Müslüman olanın müslüman olmayana üstünlüğü” ilkesini benimseyen arap dinselliği, müslümanın müslüman ile olan ilişkisi ile müslümanın müslüman olmayanla ilişkisini ayrıştırıp insanlığı ikiye böler. Müslümanın müslüman olmayanla ilişkisini bir savaş hali sayar. Müslüman olmayan kişilerin yaşadığı yerlere “darül harp” diyerek onların malını, canını ve ülkesini helal sayıp talan ve yağmayı ganimet şeklinde ibadetin bir parçası sayar. “Harp halinde düşmana her türlü hile caizdir” diyerek müslüman olmayan insanlara her türlü hile, düzenbazlık, sahtekarlık, zorbalık ve zülmü gerekli görüp uygular. İslamoarap şeriatın muamelat ve ukubat bahislerinde uzun uzun anlatılan bir konular çalışıldıkça, arap dinselliğinin insanlık için ne denli büyük bir bölücü tehdit olduğu daha iyi görülecektir.
6.3-Türk İnançsallığı ussallığı öğütler. Arap dinselliği usdışılığı ve nakilciği kutsar.
Türk İnançsallığı, insan usunu çok önemser. Rasyonalite, Türk İnançsallığına bağlı inançerlerinin yaşam biçimine yön veren sürükleyici güçtür. Doğayı, çevreyi ve evreni gözlemlemek, yorumlamak ve değerlendirmek, ona göre uygun pozisyonları ve eylemleri almak için usu en temel araç olarak kullanan Türk İnançsallığı, usdışı yaşamı aynı zamanda ulusdışı görüp uygun bulmaz. Türk İnançsallığına bağlı bir inançeri için gerçeği ve doğruyu bulmada en önemli ve gerekli araç ustur. Türk inançeri, usunu keskinleştirmek için mantık ve felsefe çalışır. Türk İnançsallığı, ussallığı o kadar ileri götürür ki Ulu Tanrı ile bağ kurabilmenin aracı olarak da usu görür. Usu olmayanın Ulu Tanrı ile bağ kurmakta zorlanacağını imler. Tanrısal ve evrensel ilke, değer ve erdemlerin ancak ve ancak us yoluyla kavranıp içselleştirilebileceğini düşünüp ona göre uslu birey olmayı eğitim sisteminin temeline oturtur. Uslu birey, usu keskin bireydir. Uslu birey, uysal insan demek değildir. Aklı ve rasyoyu etkin kullanabilen insana “uslu birey” denir. Uslu ve ussal bireyin yaşamına yön veren ve yol gösteren öğe, doğal olarak bilimdir. Ussallığın en doğal sonucu bilimsel bir yaşam, gelişmiş teknoloji ve büyük bir gönençtir. Ussallığı yaşam biçimi haline getiren Tanrısal Türk İnançerleri[4], bilim ve teknoloji üretmeyi ibadet belleyip gece gündüz labratuvar ve kütüphanede vakit geçirerek Ulu Tanrı’nın gizemlerini çözümlemeye çalışırlar. Kütüphane ve labratuvar, ussal Türk İnançerleri için kutsal mekanlardır. Toplumsal örgütlenmeyi kurgularken ve toplumsal sorunları çözümlerken, Tanrısal Türk İnançerleri ussallığı ve bilimselliği kullanırlar. Donuk ve dogmatik bir kurallar topluluğu, Türk İnançsallığında yer almaz.
Arap dinselliğinde ise us, kötü bir araç olarak görülür. Us ve us yürütme şeytanın bir yöntemi olarak gösterilip sık sık “Allah, ademi yaratırken şeytan, us yürütüp aklını kullanıp Allahı eleştirmişti. Akıl yürütmek, şeytan işidir. Şeytanlaşmak istemiyorsanız akıl yürütmeyin. Hz. Peygamberin, emirelmümininin, evliyaullahın, şeyh efendinin size naklettiği şeyleri hiç düşünmeden benimseyip uygulayın. Onların, dedikleri islamın doğrularıdır. İslam nakli, akıldan üstün ve önce görür.” diyerek arap dinselliği, insanları usdışılığa kaydırıp dedikodu ve kulaktan duyma hurafelere boğup çağdışı ve geri bir yaşam sürmelerini sağlar. Arap dinselliği, us yürütme ile elde edilen bilgiyi, doğru bilgi saymayıp kulaktan duyma dedikoduları muteber bilgi sayar. O yüzden de arap dinselliği, bilimselliği de uygun ve doğru bulmaz. Bilimsel çalışmaları “malayani” kavramı altına sokup şeytanlaştırır. İslamoarap dünyanın günümüzdeki perişan durumu zaten bu bakış açısının en doğal sonucu ve kanıtıdır. Arap dinselliği, kendisine inananları cami, tekke, zaviye, mescit gibi yerlere doldurarak oralarda olabildiğince çok vakit geçirmelerini sağlamayı, ebedi ve ezeli saadeti elde etmenin bir yolu olarak göstermektedir. Arap dinselliğinin kendisine inanan bireyleri düşünmekten alıkoyduğu yetmezmiş gibi fabrikada, tarlada, kütüphanede, labratuvarda çalışmaktan da uzak tutarak cami, mescit, tekke ve zaviyelerde maksimum süre tutması, müslümanları üretim ve ekonomik etkinliklerden de uzak kalmalarına yol açmaktadır. Arap dinselliği bu şekilde kendisine inananları direk tembellik ve asalaklığa mahkûm etmektedir.
6.4-Türk İnançsallığı üretmeyi kutsal bir eylem olarak görür. Arap dinselliği ticareti, rızkın 9/10 oranında kaynağı olarak görür.
Türk İnançsallığında, üretim kutsaldır. Bilimsel araştırma ve geliştirme etkinlikleri sonucunda elde edilen bir ürünün seri ve kitlesel üretimi, kutsal bir eylem olup bunun sonucunda elde edilecek gelir de gönencin temel kaynağıdır. Türk İnançsallığının üretimi bu denli kutsamasının temelinde, Tanrı’yı en en kök ve en esaslı üretici olarak görme inancı yatmaktadır. Evrendeki herşey, Tanrı tarafından var edilmiştir. Tanrı tarafından var edilen şeylerin, kendi içindeki farklı kombinasyonları ile yeni şeyler üretilip ortaya konması da bağlı bir Tanrısal eylemdir. Üretimi bu şekilde kutsayıp Tanrısallaştıran Türk İnançsallığı, Türk inançerlerini de çalışmaya yönlendirmiş, Türk inançerlerine içsel ve tinsel bir öğe vermiş olmaktadır. Türk inançeri için “Fabrikada, tarlada, tapanda, şurba burda neden çalışmalıyım?” sorusunun yanıtı, sadece para kazanmak değildir. Çalışmasının karşılığını Türk insanı elbette alacaktır. Ancak sadece para kazanmak esas güdülenme aracı değildir. Üretmenin bizzat kendisinin ibadet olduğu bilinci, sonucunda para kazansın ya da kazanmasın Türk insanının çalışmaya sevk eden içsel ve tinsel bir öğe olarak hizmet etmektedir. Türk inançeri için çalışmanın ve üretmenin motivasyon kaynağı cennetteki huriler veya cehennemdeki zebanileri değildir. Türk insanı sırf Tanrısallaşmak ve Tanrıya yaklaşmak üzere üretmekte ve çalışmaktadır.
Arap dinselliğinde ise çalışmak ve üretmek üzerine vurgu yoktur. Üretime ilişkin hemen hemen hiçbir vurgunun yapılmadığı söylenebilir. Arap dinselliği, ticareti önceleyip vurgular. “Rızkın 9/10 oranında kaynağı, ticarettir.” şeklinde bir saptama ve yönlendirme ile islamoarabizm, tüccarlığı özendirir. Oysaki ancak üretilmiş bir şeyin ticareti olabilir. Üretilmemiş bir şeyin ticareti olamaz. Arap kültürünün, başkalarının binbir türlü emek ve çile ile ürettiği ekonomik değerleri çok ucuza veya bedavaya kapatıp fahiş fiyatlara satma kültürünü, dinsel bir hüküm haline getirip geçimin ve karın doyurmanın temel kaynağı sayması şaşırtıcı değildir. Arap dinselliğine gömülü kitlelerin kitlesel tembelliği, çalışmak ve üretimden uzak duruşları bu kültürün kaçınılmaz sonucudur. Arap dinselliği, çalışmayı ve üretmeyi “malayani” bir eylem sayıp mescit ve tekkelerde vaaz, sohbet, namaz, niyaz ile vakit geçirmeyi ibadet saydığı için müslüman toplumlarda ictimai ve mukaddes bir tembellik hali hâkim olmaktadır. Arap dinselliğinin “ganimet” adını verdiği yağma ve talan sonucunda zenginleşme olgusunun da temelinde bu sakat ve tehlikeli bakış açısının olduğunu söylemek yerinde olacaktır.
6.5-Türk İnançsallığında kadın, toplumsal yaşamın her yerindedir. Arap dinselliğinde ise toplumsal yaşamda kadına yer yoktur.
Türk toplumlarında kadın-erkek ayrımcılığı yoktur. Araplar ve diğer başka birçok ulusta kadın-erkek cinsiyet ayrımcılığı yaygın iken, en azından konuşup yazdıkları dillerinde sözcüklere dahi cinsiyet yükleyip onları ayrıştırdıkları gün gibi ortada iken Türk Budununda ve Türk Dilinde cinsiyet ayrımcılığı yoktur. Kadın ve erkek, toplumsal yaşamda eşit ve könili bir iş bölümü ve görev dağılımına eyedir. Türk Budununda kadın, han, hanım, başkomutan, asker, hanımağa, işçi, işveren, biliminsanı olabilir. Yaşamın yükünü erkekle birlikte kadın da omuzlar, kazançlarından da eşit ve könili bir şekilde yararlanır. Kadın, özellikle gönenç yükselten ekonomik etkinliklerin içinde yer alır, ulusal gelirin elde edilmesine etkili katkı sunar. Kadın, Türk üretim gücünün en esaslı öğelerinden birisidir. Türk Budununun temelini oluşturan ailenin de yapıtaşı konumundadır. Kadın, Türklüğün kurucu ve üretici öğesidir ve asla dışlanmaz.
Arap dinselliğinde ise kadın, haramdır. İslamoarap dinsellikte kadın, erkeği baştan çıkaran bir günah ve kötülük kaynağıdır. Kadın, erkeğe zina yaptıran ve onu kötü yola saptıran bir fettandır. O yüzden, kadın sıkı sıkı örtülür. Gözü ve yüzü dahi görünmeyecek şekilde kapatılır. Sokağa çıkması ve ekonomik etkinliklere katılarak üretim yapması engellenir. Arap dinselliği kadını bu şekilde şeytanlaştırıp toplumsal yaşamın dışına itip üretim öğelerinden birisi yapmadığı için islamoarap toplumlarda üretim gücü otomatik olarak yarı yarıya düşer. İslamoarap dinsellikte kadın, erkeğe eşit sayılmaz. Üretimin parçası yapılmadıkları için tüketimden de eksik yararlanırlar. Mirasta, erkekle eşit haklara sahip değildirler. Mahkemelerde tanıklıkları 2 erkeğe 1 kadın olarak şekilde düzenlenir. Demek, islamoarap dinsellikte kadının usu erkeğe göre yarı yarıya eksik varsayımlanır. İslamoarap dinsellik, kadınlara değeri, öldükten sonra öteki alemlerde, cenneti kadınların ayaklarının altına sererek verdiğini savlar ki bu durum insan usu ile dalga geçmenin bir örneği olarak gösterilebilir.
6.6-Türk İnançsallığında yaratıcı güç; tek, kök ve büt olan TANRI’dır. Arap dinselliğinde ise yaratıcı güc, tevhit edilmiş Allah’tır.
Türk İnançsallığının temelini; “tek, kök ve büt TANRI” inancı oluşturur. Yaratıcı güç olarak TANRI, herşeyin köküdür. Evrende hiçbir şey ondan bağımsız ve ayrı olarak varolamaz. Ondan kök almayan hiçbir şey ortaya çıkamaz. O yüzden de Türkler yaratıcı gücü, KÖK TANRI olarak adlandırırlar. Türk İnançsallığında yaratıcı güç, aynı zamanda hem tektir hem de bütündür. Hiçbir eksikliği yoktur. Ona hiçbir eksiklik ve kusur atfedilemez. Türk İnançsallığında TANRI’nın evren ile iletişim kurma çabası olmadığı gibi Tanrı’nın yarattıkları ile bir iletişim sorunu da olamaz. Türk İnançsallığında, bireylerden beklenen yüksek bir Tanrı bilincidir. Yüksek düzeyde bir Tanrı bilincinin varlığı istenir ki bu aynı zamanda doğa ve evren bilincidir. Sonsuz varlık ile sonlu varlıkların birleşip bütünleşmesi bu Tanrı bilincinin düzeyi ile orantılılıdır. Türk İnançsallığında, bireyler doğayı ve evreni daha iyi tanıdıkça sonsuz olan Tanrı’yı ve onun gizemlerini de daha iyi bilinçleme ve duyumsama olanağı yakalamış olacaklardır. Bu inanç sistemi ile Türk inançeri her daim kendisini bir araştırma, geliştirme ve keşif çalışması içinde dinamik bir halde tutacaktır. Bu inançsallık yaklaşımı, bilimin ve bilimsel yaşamın da itici ve sürükleyici gücüdür.
Arap dinselliğinde ise yaratıcı güce, el-ilah (Allah) adı verilerek ona olan inanç biçimine de “tevhit itikadı” denilmektedir. Arap dilinde “bir” anlamına gelen sözcük, ehat ya da vâhittir. Vahit sözcüğünün başına -te harfi eklenerek yeni bir fiil türetilip “tevhit” sözcüğü elde edilmiştir. Tevhit sözcüğü sözlük anlamı itibarıyla “birleştirmek” demektir. Hatta “tevhit ve ifraz” şeklinde taşınmaz hukukunda da yaygın olarak kullanılmaktadır. Arapça “tevhid itikadı”, Türkçe’ye, “birleştirme inancı” şeklinde tercüme edilir. Burda izah edilmeye gereksinim duyulan konu, arap dinselliğinin neyi ya da kimi birleştirdiğidir. Birleştirmeye konu edilen nedir? Bu husus, arap dinselliği tarafından açıklanmamakta veya açıklanmaktan kaçınılmaktadır. Arap dinselliğinde antropomorfik bir yaratıcı varsayımlanıp göklerde kürsüsünde oturan bir kral şeklinde konumlandırılmaktadır. “Ayetel kürsi” denerek de bu durum, arap dinselliği ile ilgili betiklerde açıkça anlatılmaktadır. Kürsüsünde oturup kullarını seyreden, kullarına buyruklarını iletmek üzere aracı ulaklara gereksinim duyan, sık sık verdiği buyrukları değiştiren, verdiği buyrukların tahrif edilip bozulmasını engelleyemeyen bir yaratıcı betimlemesi, arap dinselliğinin temelini oluşturmaktadır. Arap dinselliğinde el-ilah; doğayı, evreni ve toplumları yönetmek için peygamber, melek, cin, şeytan gibi aracı bir takım ikincil ve yardımcı güçlere gereksinim duymaktadır. Hatta şeytan ile pazarlık yapıp insanları saptırıp saptırmama konusunda bahse tutuşmaktadır. Görüldüğü üzere, arap dinselliği arap bireylerin ve arap toplumunun kültürel kodlarını açıkça yansıtmakta, arap bireylerin kendi aralarındaki birbirlerine ilişkin değerlendirmelerini yaratıcı güce de atfetme gayretlerini net biçimde ortaya koymaktadır.
6.7-Türk İnançsallığı evrenseldir. Arap Dinselliği ise yereldir.
Türk İnançsallığı; “tek, kök ve büt bir TANRI” inancına dayandığı için son derece evrensel bir bakış açısına sahiptir. Evrenin kendisi yaratıcı gücün yansımalarında ibaret olduğu için bir Türk İnançeri için de doğada ve evrende varolan herşey mutlak surette birbiri ile ilintili ve ilişkilidir. Bir kelebeğin kanat çırpmasının okyanuslarda büyük tsunamilere yol açabilecek kadar Tanrısal bir ilişki ağının varlığını benimseyen Türk İnançsallığı, her daim genel ve evrensel olanı araştırıp gözetir. Birey, yok sayılmaz. Bireyin, kendi özel ilişkiler ağını kurgularken genel ve bütün olanla uyumlu olması istenir. Sağlıklı birey olmak, güvenli ve mutlu bir toplum oluşturabilmek için bireyin çevre, doğa ve evrenle kuracağı ilişkiler ağının mutlak surette dengeli ve uyumlu olması gerektiğinin altı çizilir. Bu bağlamda, Türk İnançsallığı Tanrısal ve evrensel ilke, değer ve erdemleri özellikle bireysel bir yaşam biçimi haline getirilmesi için uğraşır. İlke, değer ve erdem niteliği taşımayan uygulamaları inanç konusu yapmaktan kaçınır. Könilik, yücegönüllülük, sorumluluk, yılmazlık, korkmazlık, cesaret, yenilikçilik, sözünebağlılık gibi ilke, değer ve erdemler Türk İnançsallığına bağlı inançerlerinin en tipik karakter özellikleridir.
Arap dinselliği ise son derece yereldir. Arap dinselliğinin temel aldığı kurallar, 7.Yüzyıl Arabistan’ındaki bedevi yaşamından esinlenir. Ortalama bir 7.Yüzyıl Arabistan bedevisinin gündelik yaşamı, ayrıntılı ve abartılı bir şekilde kuran ve sünnet adı verilen kaynaklarda anlatılıp bütün dünya tarafından tekrar edilmesi istenir. Hatta bu döneme “asr-ı saadet” (Mutluluk Çağı) denerek bu dönemin koşullarının aynen günümüzde de yaratılıp yaşatılması el-ilahın bir emri gibi dayatılır. Geçmişteki bir zaman diliminin kutsanarak binyıllar sonrasına ve bütün dünyaya dayatılması eşyanın ve doğanın hakikatina aykırı olduğu için arap dinselliği dünyaya ve insanlığa şiddet, acı, gerilik ve yoksulluk armağan etmektedir. Arap dinselliğinin yaratıcı güç ile iletişim kurma dilini, arapça olarak saptayıp şart koşması, başlıbaşına yerelliğin bir göstergesidir. Arapça okunarak kılınmayan namazın kabul edilmeyeceğini hüküm altına alan arap dinselliği, Arabistan çöllerini “mukaddes toprak” ilan ederek bütün insanlığın fahiş paralar ödeyerek Arabistan’a turist olarak gidip oralarda vakit geçirmesini el ilah’ın bir emri olarak pazarlamaktadır. Bu şekilde arap dinselliği, kendi yerelliğini bütün insanlığa pazarlamakta, bütün insanların yüksek miktarlarda paralar ödeyerek Arabistan topraklarına bizzat gidip turist hacılar olmalarını zorlamakta ve dayatmaktadır. Hatta “beytullah” (Allah’ın Evi) diyerek Arabistan’da bir yapı el ilah’a özgülenip yaratıcı gücün insanları Arabistan’da ağırladığı sanrısını üretmektedir. Daha da ileri giderek “beytullah” denilen yerde insanlara şeytan taşlatmaktadır. Arap dinselliği bu şekilde kendi yerelliğini insanlara dayatıp zorlamakta ve insanların zaten kıt olan imkanlarını onların iradelerini fesada uğratarak ellerinden almaktadır. Arap dinselliğinde evrensel ilke, değer ve erdemler gözetilmemektedir. Genel ve evrensel olan değil, Arabistan yereli ve bedevi arap kültürü öncelenip bunların bütün insanlık tarafından benimsenip yaşanıp yaşatılması dayatılmaktadır. Demek, arap dinselliği bütün insanlığın ortalama bir 7.Yüzyıl Arabistan bedevi olmasını istemektedir. Bu uğurda şiddet de dahil olmak üzere elindeki bütün olanakları kullanmaktan da kaçınmamaktadır. Öldükten sonra öte dünyalarda mutlu olmanın yolunun Arabistan çöllerini ziyaret etmekten geçtiğini, bir ibadet olarak insanlara zorlamakta ve dayatmaktadır.
6.8-Türk İnançsallığı için yasallığın (meşruiyyet) kaynağı us ve bilimdir. Arap dinselliğinin meşruiyyet kaynağı ise 7.Yüzyıl Arabistan toplumsal yaşam kurallarıdır.
Türk İnançsallığında herhangi bir işlem ya da eylem yapılacaksa bunun uygunluğu ve yasallığının kaynağı, us ve bilim tarafından üretilip uygulamaya konulan Türk Töresi ve Yasasıdır. Türk usu ve bilimselliği çerçevesinde düşünülüp üretilen yasalar, Türk Töresinin de parçası haline gelirler. Bu şekilde yürürlüğe sokulan kurallara uymak da yasal bir görev ve zorunluluğa dönüşür. Törenin verdiği cezadan kaçılmaz. Töreye karşı gelinmez. Türk Töresinin ve Yasasının bütün bireylerin usunda, miyinde ve gönlünde üstünlüğü benimsendiği için toplum ve devlet yapısı da düzgün bir şekilde işleyip çalışır.
Arap dinselliğinin kaynağı ve dayanağı ise 7.Yüzyıl Arabistan sosyolojisini temel alan şeriattır. Cadde, şerit anlamına gelen “şeriat” sözcüğünden türetilen meşruiyyet (Yolundalık) sözcüğü, arap dinselliğinde çok önemli bir yere sahiptir. Şeriat kuralları, Allah’ın kuralları olarak benimsenip bütün insanlığa dayatılır. Şeriat kuralları ayrıntılı incelenip irdelenince görülür ki 7.Yüzyıl Arabistan sosyolojisinin ilişkiler ağı, kuralları, biçimleri temel alınıp adına da “şeriat” denmiştir. “Bedevi arap sosyolojisi bizi neden ilgilendirsin” şeklindeki usa uygun karşı çıkışları engellemek için de “Bu şeriat Allah’ın kurallarıdır. Uymamanın hem bu dünyada hem de öte dünyalarda çok ağır cezaları vardır.” denerek istenci zayıf kişilikler zorunlu olarak bedevileştirilmektedir.
6.9-Türk İnançsallığı yenilikçi ve dinamiktir. Arap dinselliği ise donuk ve statiktir.
Türk İnançsallığı, yenilikçiliği (innovasyonu) önceler ve önemser. Yenilikçiliği, gelişmenin ve ilerlemenin içsel ve tinsel bir ögesi olarak görüp bireylerde kişisel bir nitelik olmasını ister. Yenilikçiliği özendirmek üzere araştırma ve geliştirme (ar-ge) merkezlerinin açılmasını ve buralarda deneysel çalışmalar yapılmasını öğütler. Yaşamın her evresinde ve aşamasında en kısa yoldan ve en az giderle işleri yapmanın ve sorunları çözmenin yollarını öğrenmeyi ve öğretmeyi temel amaçlarından birisi sayar. Bilimsel ve teknolojik ilerlemenin temelinin yenilikçi düşünme ve bakış açısı olduğunu kabul ederek eğitim sistemini buna göre tasarlar. Bu bağlamda, dijitalleşme ve dijital dönüşümü dahi Türk İnançsallığı kendi içine alıp kendi sistematiğinin bir parçası durumuna getirir. Dijitalleşme ve yapay zekâ konusundaki çalışmaları Tanrısal çalışmalar olarak görüp destekler. Us ve zekanın Tanrısallığa erişmenin araçları olarak gördüğünden bu konuda atılacak her adıma inançsallığın bir öğesi gözüyle bakar. Türk İnançsallığının bu yenilikçi bakış açısı, onu aynı zamanda dinamik kılar. Türklük bu şekilde zaman ve mekâna göre konumlanmayı ve konuşlanmayı başarılı bir şekilde yapar. Varlık evreninde sonsuzluk ile bütünleşmeyi, bu devinim ve dinamizm ile sağlayıp binyıllardır varolageldiği gibi bundan sonraki binyıllar için de varolabilmeyi bu inançsallık ile güvenceye alır.
Arap dinselliği ise donuk, sönük ve statiktir. Arap dinselliği, 7.Yüzyıl Arabistan sosyolojisini temel alır ve bedevi arap toplumsal kurallarını, asla değişmeyen ilahi kurallar olarak görüp bütün yeni gelişmeleri Allah’ın nizamına aykırılık olarak değerlendirip yasaklar. Her bilimsel ve teknolojik yeniliği bid’at olarak görüp dışlar. Arap kültürünün yazınsal metinlerinin noktasının bile değişmediğini ve asla değişmeyeceğini kabul ederek metnin yazıldığı tarihteki şekliyle herşeyin donup kalmasını ilahi bir olay olarak görür. Bilimsel yenilik yapan buluşçuları, kâfir[5] ilan edip öldürmeyi arap şeriatının bir gereği görürler. Bilmek ve bilgi konusu, us yürütme ve usu kullanmayı gerektirdiği için bunu bir şeytan işi olarak görüp cezalandırırlar. Top tüfek gibi ateşli silahların karşısına kılıç kalkan ile çıkmayı, islami ve ilahi bir eylem olarak kutsarlar. O yüzden de arap dinselliğine gömülü bireyler ve toplumlar gericidirler ve bunu da ilahi bir meziyyet sayarlar.
7-SONUÇ
8.Yüzyılda Arap yağmacılar Türkistan Bölgesine kendi inanışları olan islamoarabizmi getirmiş olsalar da Türklüğün binyıllardır varolan kendi öz inanç sistemi, arap yağmacılar arasında bile kendi varlığını bir şekilde sürdürmeye devam etmiştir. Türklerin Kök Tanrıcılık ve kamlık geleneklerinin efsanevi ve karizmatik önderleri olan şaman/kamlar, arap yağmacıların işgali süresince ‘baba’ ve ‘ata’ olarak bilinen sufi dervişlerine dönüşmüşlerdir. Bu kişiler, arap işgaline karşı yılmaz ve çıdamlı direnişin kahramanları olmuşlardır. Bu direnişin örgütlenmesi sürecinde Yesevilik, Bektaşilik, Mevlevilik ve Nakşibendilik gibi yapılanmalar ortaya çıkmıştır. Ahmet Yesevi, Sarı Saltuk, Hacı Bektaşi Veli ve Bahattin Nakşıbendi, Mevlâna Celaleddin Rumi gibi büyük ve önemli önderler, Türk İnançsallığının bugünlere kadar başarıyla taşınmasında çok anlamlı roller üstlenmişlerdir. Türk İnançsallığı, Türklüğü boyu eğdirmeye veya ortadan kaldırmaya yönelik türlü türlü arap zorbalıklarına rağmen egemen bir güç olarak kalmayı bu örgütlü yapılanmalar sayesinde başarabilmiştir. Mevlâna Celaleddin Rumi, Yunus Emre ve Hacı Bektaş Veli gibi ünlü Tanrısal Türk İnançerleri, sık sık İslamoarabizmin ötesinde olduklarını belirtmekten geri durmazlar.
Türklüğün araplar ile herhangi bir yakınlığı bulunmadığı gibi Türklerin doğaya, evrene ve Tanrısallığa ilişkin bakış, görüş ve değerlendirmelerini yansıtan Türk İnançsallığı da arap dinselliğinden son derece farklı ve ayrıdır. Türklüğün araplara yamanma ve eklemlenme gibi bir zorunluluğu bulunmamaktadır. Hatta, Türklük ilerlemek, kalkınmak, mutlu ve gönenç dolu bir gelecek için arap dinselliğinden ve arapsallıktan uzaklaşmak zorundadır. Türklüğün kendisine has İnançsallığı, sosyal ve ekonomik kalkınmayı evrensel ölçekte destekleyen ve özendiren içten ve tinsel ögeler içerdiğinden Türklük, kendi inanç sistemini yılmadan bıkmadan ve usanmadan savunmak, uygulamak, yaşamak ve yaşatmakla kendisine yatırım yapmış olacaktır. Türklüğün, islamoarap dinselliği üzerinden araplara hizmetçilik gibi ilahi bir görevi de olamaz. İslamın bayraktarlığı, ilayı kelimetullah, nizamıalem gibi buram buram arabizm kokan arabist propaganda sloganlarını ilahi bir görev sanmak usdışı ve kutdışıdır. Türklerin, ilahi bir görevi varsa o da Türklüğün bizzat kendisine hizmet etmesidir. Hatta öncelikle bununla yükümlüdür.
Türk İnançsallığı, Türklüğün geçmişi, bugünü ve geleceğidir. Türklüğün, sonsuz ve sınırsız evrende varlık, dirlik ve süreklilik haklarının, direnme ve savaşma gücünün içsel ve tinsel kaynakları kendi inançsallığında saklıdır. Türklük, sonsuza dek varolmak ve yaratıldığı üzere TÜRK kalmak istiyorsa, kendi öz kültürüne, kendi öz değerlerine ve kendi öz inanç sistemine sıkı sıkıya sarılmak zorundadır. Başka ulusların kültürel ve dinsel hegemonyasına altına girmek, Türklüğün yok oluşu demektir. Türklük, kendi inançsallığından aldığı destek ve güçle, her an değişen koşullara karşı uygun ve gerekli pozisyonları alacak, keskin Tanrısal usu ve görüş açısı geniş gönül gözüyle kendi varlığına karşı yönelmiş bütün tehdit ve tehlikeleri sezecek, gerekli bütün önlemlerini alacak ve bu sayede sonsuza dek yaşamayı hak edecektir. Türklük ussallıktır, ussallık Tanrısallıktır.
8-KAYNAKÇA
Albayrak, Ali (1995), Cengiz Aytmatov’un Eserlerinde Eski Türk Dini İnançlarının Tespiti ve Değerlendirilmesi, Kayseri: Yüksek Lisans Tezi, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Günay, Nasuh (1997), “Eski Türk Dini”, İsparta: Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, S. 3, s.261-272.
Güngör, Harun (2004), “Lev Nikolayeviç Gumilev’in Eserlerinde Türklerin Dini Hakkında Bazı Notlar”, Türk Dünyası Tarih ve Kültür Dergisi, S. 207, Mart, s.43-44.
Güngör, Harun (2006), “Türk Alevi Bektaşi İnanışında Şamanlığın İzleri”, Türk Bodun Bilimi Araştırmaları, İstanbul: Kum Saati Yay., s. 95-107.
Güngör, Harun (2006), “Altay Kavimlerinde Gök Tanrı”, Türk Bodun Bilimi Araştırmaları, İstanbul: Kum Saati Yay., s. 45-57.
İnan, Abdülkadir (1976), Eski Türk Dini Tarihi, İstanbul: Kültür Bakanlığı Yay. Milli Eğitim Basımevi Kafesoğlu, İbrahim (2002), “Eski Türk Dini”, Türkler Ansiklopedisi, C. 3, Ankara: Yeni Türkiye Yay., s.290-304.
Kalafat, Yaşar (1995), Doğu Anadolu’da Eski Türk İnançlarının İzleri, 2. bs. Ankara: Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, AKM Yay., S. 112
Karamürsel, Alim (2002), “Türkler’de Mezar Geleneği”, Türkler Ansiklopedisi, C. 3, Ankara Yeni Türkiye Yay., s.76-79.
Kaşgarlı Mahmut (1972), Divan-ı Lugat-it-Türk Dizini, Ankara: TDK Yay., Ankara Üniversitesi Basımevi
Kocasavaş, Yıldız (2002), “Gök Tanrı İnancı”, Türkler Ansiklopedisi, C. 3, Ankara: Yeni Türkiye Yay., s. 326-329.
Mau-Tsai Liu (2006), Çin Kaynaklarına Göre Doğu Türkleri, (Çev.: Ersel Kayaoğlu vd.), İstanbul: Selenge Yay.
Memedov, Celal Beydili (2002), “Eski Türkler’de Gizli Tabiat Kuvvetlerine İnanma (İye İnancı)”, Türkler Ansiklopedisi, C. 3, Ankara: Yeni Türkiye Yay., s. 330-337.
Ocak, Ahmet Yaşar (1983), Bektaşi Menakıbnamelerinde İslam Öncesi İnanç Motifleri, İstanbul: Enderun Kitabevi
Ögel, Bahaeddin (1991), İslamiyetten Önce Türk Kültür Tarihi, Orta Asya Kaynak ve Buluntularına Göre, Ankara: TTK Yay.
Özdemir, İrfan (1999), İslam Öncesi Türkler’de Ağaçla İlgili İnanışlar, Yüksek Lisans Tezi, Kayseri: Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Radloff, Wilhelm (1976), Sibiryadan (Seçmeler), (Çev.: Prof. Ahmet Temir), İstanbul: Milli Eğitim Basımevi, Kültür Bakanlığı Yay.
Roux, Jean-Paul (1999), Türklerin ve Moğolların Eski Dini, (Çev.: Aykut Kazancıgil), İstanbul: İşaret Yay.
Roux, Jean-Paul (1999), Eski Çağda ve Orta Çağda Altay Türklerinde Ölüm, (Çev.: Aykut Kazancıgil), İstanbul: Kabalcı Yay.
Rozwadowski, Andrzej (2002), “İlk Çağ Orta Asya Şamanizminin Dinamikleri ve Taş Sanatı”, Türkler Ansiklopedisi, C. 3, Ankara: Yeni Türkiye Yay., s. 915- 921.
Sümer, Faruk (1992), Oğuzlar (Türkmenler)-Tarihleri-Boy Teşkilatı-Destanları, İstanbul: TDAV Yay.
Şeşen, Ramazan (1975), Onuncu Asırda İslam Seyyahı İbn-i Fazlan Seyahatnâmesi, İstanbul: Bedir Yay.
Tağızade, Leyla (2003), “Avrasyacılık ve Lev Gumilev”, Ankara: 21. yüzyılda Türk Dünyası Jeopolitiği, Muzaffer Özdağ’a Armağan, s. 149-166.
Tanyu, Hikmet (1980), İslamlıktan Önce Türklerde Tek Tanrı İnancı, Ankara: Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yay.
Turan, Fatma Ahsen (2002) “Eski Türklerde Tek Tanrı İnancı”, Türkler Ansiklopedisi, C. 3, Ankara: Yeni Türkiye Yay., s.320-325.
Ocak, Ahmet Yaşar (1983), Bektaşî Menakıblarında İslâm Öncesi İnanç Motifleri, Enderun Kitabevi, İstanbul.
Ayoob, Mohammad (2008). The Many Faces of Political Islam, Religion and Politics in the Muslim World. US: University of Michigan Press.
Bakırcıoğlu, Önder (2010). “A Socio-Legal Analysis of the Concept of Jihad”. International and Comparative Law Qaurterly s: 413-440.
Bowering, Gerhard (2015). “An Introduction”. Islamic Political Thought. Ed. Gerhard Bowering. New Jersey: Princeton University Press. 1-24.
Grigoriadis, Ioannis (2009). “Islam and democratization in Turkey, secularism and trust in a divided society”. Democratization s: 1194-1213.
Heper, Metin (2013). “Islam, Conservatism and Democracy in Turkey: Comparing Turgut Özal and Recep Tayyip Erdoğan”. Insight Turkey) s. 141-156.
Karpat, Kemal (2001). The Politicization of Islam, Reconstructing Identity, State, faith and Community in the Late Ottoman State. NY.: Oxford University Press.
[1] H. Cesurhan TAŞ, Düşünür&Yazar
[2] Türk Dil Kurumu (TDK), www.sozluk.gov.tr
[3] Türgişler ve Talas Savaşı konusunda Prof.Dr. Ahmet Taşağıl’ın yayınlarının mutlaka okunup izlenmesi salık verilir.
[4] İnançeri, Türk İnançsallığına üye ve eye olan bireylere verilen addır.
[5] Kâfir sözcüğü Türkçeye “örtünçmen” olarak çevrilebilir. Hakikatin üstünü örten ve gizleyen anlamına gelir.
Comments are closed