Ramazan ayının son günü Medine’de Nebi Mescidi’nin hemen yanı başında IŞİD’in düzenlediği bombalı intihar saldırısı İslam alemini derinden sarstı. Eş zamanlı olarak Katif ve Cidde şehirlerinde de benzer saldırıların olması, örgütün Suud rejimini hedef aldığını gösteriyor. İŞİD İstanbul ve Bağdat’tan sonra üç Suud şehrinde peşpeşe düzenlediği sansasyonel eylemleriyle tüm dünyaya “ben ayaktayım, güçlüyüm, benden korkun” mesajı verdi. Malum olduğu üzere örgüt son haftalarda Kuzey Suriye’de ve Irak’ın Enbar eyaletinde ciddi gerilemeler yaşadı. IŞİD’in beyni ve kalbi olan Musul ve Rakka’ya operasyon hazırlıkları ise bir yandan devam ediyor.
Medine, Bağdat ve İstanbul’un her birinin hilafet başkentleri ve İslam medeniyetinin sembol şehirleri olduğunu bu bağlamda hatırlayalım. Nüfusunun neredeyse tamamını Şiilerin oluşturduğu bir Suud kenti olan Katif’in vurulmasının hiç kuşkusuz mezhebi bir anlamı bulunmakta. Şiiliğin İslam dışı sayıldığı Selefi itikada kendisini nispet eden IŞİD için, Katif’te veya Bağdat’ta Şiilere saldırmanın meşruiyeti Paris ya da Brüksel saldırılarının meşruiyetinden farksız.
İşin bu yönü bir tarafa, bu yazının asıl amacı Medine saldırısını ele almak olacak. IŞİD niçin Medine’de hem de Hz. Peygamber’in türbesinin hemen dibinde böylesine cür’etkâr bir eyleme tevessül etti? Siyasal hedeflerinin yanısıra bu eylemin arkasında dini bir motivasyon mevcut mu? Tüm Müslümanları kahreden böyle bir eyleme bedel olabilecek nasıl bir meşruiyet gerekçesi olabilir? Bilindiği gibi, hakimiyet kurduğu bölgelerde IŞİD’in ilk faaliyetlerinden birisi türbeleri tahrip etmek oldu. Irak ve Suriye’de çok sayıda kabir, kümbet, türbe geçen üç yıl içinde bu şekilde yıkıldı. Özellikle Musul’da Hz. Yunus ve Hz. Davud türbelerinin dinamit ve dozerlerle tahrip edilmesi Müslümanları fazlaca üzmüştü. Medine saldırısından sonra insanların aklına haliyle şu soru geldi. Acaba IŞİD, Peygamberimiz’in kabrini de mi yıkmaya teşebbüs etti?
Medine’nin kutsiyetinin Mekke’den hiç de az olmadığını öncelikle burada not edelim. Medine tıpkı Mekke gibi ‘Harem’ sayılmakta. “Ey Allahım! Hz. İbrahim Mekke’yi haram kıldığı gibi, ben de Medine’yi iki dağı arasıyla haram kılıyorum” diyen Hz. Peygamber, yaşadığı şehrin bu özelliğini vurgulamak istemişti. “Oranın otu yolunmaz, hayvanı ürkütülmez,…, öldürmek kastıyla hiç kimseye orada silah taşımak caiz olmaz..” diyerek söz konusu haramlığın alanını belirlemiş, “kim bu haramı ihlal edecek bir davranışta bulunursa, Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların laneti üzerine olsun. Allah kıyamet günü o kimseden ne farz ne de nafile hiç bir hayır kabul etmesin” bedduasıyla da söz konusu yasakları çiğnemenin ciddi manevi sonuçlarını dile getirmek istemişti (Buhari, Müslim, Ebu Davud rivayetleri).
Selefiler, kabirdeki kişiye yönelik dua edileceği, dolayısıyla şirk koşulacağı ve tevhit akidesinin ihlal edileceği gerekçesiyle kabirler üzerinde yükselti, bina, türbe gibi şeylerin yapılmasını gayri İslami kabul etmekteler. Selefiliğin önemli alimlerinden Muhammed b. Abdülvehhab, Vehhabilik adını alacak hareketini sahâbeden Zeyd b. Hattâb’ın Cübeyle’deki türbesini kendi elleriyle yıkarak başlatmıştı. Yıkıma Suud devletinin kurucusu Muhammed b. Suud güvenlik desteği verdi. Suudi/Vehhabi kuvvetleri 1805’de diğer Hicaz şehirleriyle beraber Medine’yi de ele geçirdi. İşgalin ilk hedefi yine türbeler oldu. Hz. Muhammed’in amcası ve Uhud savaşı şehidi Hz. Hamza’nın türbesi de tahrip edilen binalar arasındaydı. Türbelerin yıkımını bizzat türbedârlara yaptıran Vehhabiler, Hz. Peygamber’in kabrinin üzerindeki kubbeyi de yıkmaya yeltentiler. Ancak halkın galeyana gelmesi nedeniyle yıkım işi gerçekleşmedi. Fakat içerideki değerli süslemeler yerlerinden söküldü ve türbeye vakfedilmiş mücevherlerle dolu hazineye el kondu.
YEŞİL KUBBE’YE SELEFİ SALDIRILAR
Hz. Peygamber’in kabri üzerine ilk kubbeyi Memlüklüler inşa etti. Sultan Kayıtbay tarafından hücre-i saâdetin üzerine yaptırılan bu ahşap bina ‘kubbetü’n-nur’ diye anılıyordu. 1812’de Medine’yi Vehhabi işgalinden kurtaran Osmanlılar, hasar görmüş bu kubbe yerine şimdiki yeşil kubbeyi inşa ettiler. II. Mahmud taştan yaptırdığı bu güzel kubbe ile beraber Mescid-i Nebevi’de kapsamlı bir restorasyon ve genişletme çalışması gerçekleştirdi.
Suudi/Vehhabilerin Medine’ye ikinci gelişleri 1926 yılına rastlar. Son Suud devletinin askeri gücü olan ve Vehhabi bedevi kuvvetlerinden oluşan Necd İhvanı ilk önce Taif’te korkunç bir katliam gerçekleştirmiş, bu hadisenin şok edici tesiriyle Mekke şehri fazla direnmeden teslim olmuştu. On ay süren bir direnişin ardından teslim olma kararı alan Medineliler, işgali yöneten Abdülaziz ibn Suud’dan İhvan kuvvetlerinin şehre sokulmamasını talep ettiler. Halkın bu talebi kabul edildi. Zira İbn Suud Taif’te olanların Medine’de tekrarlanmasından endişeliydi. İhvan’a bu açıdan güvenemiyordu. İhvan’ın gözünde Mekke ve Medine şehirleri, Kabe’si ve Zemzem’iyle, Mescid-i Nebevi’si ve Kabr-i Şerif’iyle değil şirk ve bidatlarıyla anılan şehirlerdi ve Necd İhvanı buralara ‘temizlik’ yapmak için gelmişti. Medine tüm İslam aleminin gözü önündeki bir şehirdi. Burada vuku bulacak en basit olay dahi çok farklı boyutta dünyada yankı bulabilirdi. Bu durum işgalin kısmi de olsa kabul görebilecek haklılığına ve Suudilerin siyasi meşruiyetine gölge düşürebilirdi.
Fanatik Necd İhvanı şehre sokulmadı ama İbn Suud’un Selefi uleması türbeleri yıkmada ihmalkar davranmadı. Selefi kadı Abdullah ibn Büleyhid, peygamber şehrindeki şirk ve bidat odaklarını yok etmek için hemen kolları sıvamıştı. Meşhur Cennetü’l-Baki kabristanındakiler başta olmak üzere türbeler ve mezar taşları yerle bir edildi. Baki’deki Ehl-i Beyt büyüklerinin mezarlarının yıkımı büyük sorun oldu. Kadı Abdullah, Hz. Peygamber’in torunlarından Hz. Hasan ile Muhammed Bakır ve Cafer Sadık’ın kabirlerinin yıkımını üstlenecek kimseyi bulamamış, en sonunda bu işi -büyük ihtimalle zor ve tehditle- Medine’nin fakir ve sahipsiz Nehavile Şiilerine yaptırmıştı. Nehavile ahalisi böyle bir zulmü herhalde daha önce görmemişti.
Özellikle bazı mütaassıp Selefiler, dedelerinin yüzyıl önce yıkamadığı Hz. Muhammed’in mezarı üzerindeki kubbeyi yıkmak istiyorlardı. İbn Suud buna mani oldu. Yıkım işleri hem Selefileri tatmin edecek hem de diğer Müslümanları incitmeyecek düzeyde bir ince ayarla başlatılıp bitirildi. İbn Suud’un davetiyle Hicaz’a gelen Hindistan’ın büyük Müslüman teşkilatlarından Hilafet Komitesi’nin heyeti, yıkıma uğramış yapı ve mezarlarda inceleme yaptı. Heyet, camilerin ve türbelerin sadece kubbelerinin yıkıldığını, bizzat mezarlara, bilhassa Kabr-i Şerif’e ve yeşil kubbesine bir zarar gelmediğini tespit etti. Kubbedeki birkaç kurşun deliğinden başka bir hasar beyanında bulunmadı.
YEŞİL KUBBE YIKILSIN ÇAĞRISI
İbn Suud, Suudi Arabistan’ın şimdiki sınırlarını Necdli İhvân sayesinde emniyete alınca, onlara artık ihtiyacı kalmayınca, bu aşırıcı gücü tasfiye yoluna gitti. Onlarla bir devlet çatısı altında devam etmek mümkün değildi. Ancak Selefiliğin bu ana vatanında, rejime suyunu veren, rejimin kendisiyle beslendiği bu ideolojinin topraklarında aşırı tutum ve düşünceler hiç eksilmedi. Yemenli meşhur Selefi alim Şeyh Mukbil el-Vadıi’nin (ö. 2001) kitabının konusu yine Yeşil Kubbe’ydi. Kaleme aldığı Havle’l-Kubbeti’l Mebniyye ‘ala Kabri’r-Resul adlı kitapta Hz. Peygamber’in kabri üzerindeki türbenin mutlaka yıkılması gerektiğini söyledi. Mukbil’e göre Hz. Resulullah’ın Müslümanlardan talebi de zaten bu yönde olmalıydı. Mukbil’in Yemen’in Sa’de vilayetinde, Zeydiyye Şiası’nın tam kalbinde inşa ettiği Demmac Medresesi, aşırıcı Selefilik eğitiminin verildiği, tüm dünyadan öğrencilerin geldiği bir merkez haline geldi. Bugün Yemen’i kontrollerinde tutan Husilerin 12 yıl önceki ilk çıkışlarında, diğer nedenlerin yanısıra bu agresif faaliyetin de kışkırtıcı payı bulunmaktadır.
IŞİD ideolojisine benzer şekilde Selefiliğini mehdicilikle, kıyamet alametleriyle ve rivayetlerde geçen istikbaldeki fitne hadiseleriyle irtibatlandıran Cuheyman el-Uteybi ve cemaatinin 1979’daki kalkışmasında eylem merkezi Mekke’deki Mescid-i Haram’dı. Fakat Cuheyman’ın adamları tarafından eş zamanlı olarak Medine’de Mescid-i Nebevi’yi ele geçirmeye yönelik etkisiz bir girişimde de bulunulduğu öğrenildi. İki hafta boyunca ateş altında kalan, yüzlerce kişinin katline sahne olan Ka’be görüntüsü ümmetin hafızasına kazındı. Aşırıcılığın bir sınırının olmadığı gerçeği bu olayla tekrar gözler önüne serildi.
HİCAZ’DAKİ EL-KAİDE FAALİYETLERİ
Ramazan ayına rastlayan 4 Kasım 2003 günü ise Mekke’deki bir El-Kaide hücresi çökertildi. Polis ilk önce, yerleri tespit edilen şüphelilerle temas kurarak onları teslim olmaya ikna etmeyi denedi. Fakat ateşle karşılık verilmesi üzerine silahlı çatışma kaçınılmaz oldu. Çatışmada iki eylemci öldürüldü. Sonraki operasyonlarda ise aralarında bir Nijerya ve bir Pakistan vatandaşının da yer aldığı dört örgüt mensubu canlı olarak yakalandı, iki kişi de teslim oldu. Kalaşnikoflar ve değişik markalardaki saldırı tüfekleri, tabancalar, el bombaları ve çok sayıda patlayıcı mühimmat bu operasyonlarda ele geçirildi. Ayrıca polis sahte pasaport ve kimlik kartları ile, dağıtılmaya hazır bildirilere ulaşmayı başardı. Olaydan sonra açıklama yapan İçişleri bakanı Prens Nâyif, Mekke’de sadece Suudi vatandaşları ve yabancı ziyaretçi Müslümanların yaşadığını, hiç bir gayrimüslimin şehirde barınmadığını hatırlatarak, kutsal ay Ramazan’da, yeryüzünün en mukaddes mekanında ve sadece ibadet için Mekke’ye gelen çok sayıdaki ziyaretçinin arasında ortaya çıkartılan söz konusu şeytani faaliyetlerin El-Kaide’nin gerçek yüzünü yansıttığını söyledi.
Basında ise olay, hacılara yönelik yapılacak bir terör saldırısının önlendiği haberiyle yankı buldu. Ele geçirilen hücrenin hakiki hedefinin ne olduğu ise tam olarak aydınlığa kavuşmadı. El-Kaide o zamana kadar Suudi Arabistan’da yabancıların kontrolündeki askeri üslere ve batılıların kaldıkları konutlara saldırılar düzenlemişti. Yoksa Suudiler Mekke’de güvenlik gerekçesiyle yabancı bir birliği saklıyordu da El-Kaide bunu mu tespit etmişti? Yoksa örgüt, Cuheyman’ın Kabe’yi işgaline benzer bir sansasyonel eylemi gerçekleştirmek için mi hazırlık yapıyordu? Önceki tecrübeler her iki ihtimalin de mümkün olabileceğini ortaya koyuyordu.
2003’ün üzerinden tam 13 yıl geçti. Bu süreçte Irak işgal edildi. El-Kaide birimleri Irak’ta faal hale geldiler. Arkasından Irak el-Kaidesi bölündü ve IŞİD doğdu. Daha sonraki olaylar dünya kamuoyunun gözü önünde gelişti. IŞİD’in kanlı eylemleri Medine’yi de içine aldı. Bu son olayda saldırgan IŞİD militanı dışarıda vurularak durdurulmasaydı muhtemelen hedefi Mescid-i Nebevi’nin içerisinde Efendimiz’in mübarek türbesi olacaktı. “Allah’a şirk koşan” ziyaretçilerle birlikte kendisini patlatacaktı. Tıpkı Musul’da yıktıkları peygamber türbeleri gibi. 20. yüzyılın başındaki Necd İhvanı’na çok benzeyen IŞİD’li Selefilerin başında an itibarıyla İbn Suud gibi pragmatik ve fırsatçı bir siyasetçi bulunmuyor. Onları bu tür dehşetengiz eylemlerden menedecek bir otorite mevcut değil. Bilakis IŞİD, yankısı büyük eylemlerini bir büyüme stratejisi olarak kullanıyor ve siyaseten bunları teşvik ediyor. Medine saldırısını değerlendirirken, açıkladığımız şekilde Selefilikle alakalı mezhepsel durumu ve tarihi tecrübeleri de göz önünde tutmak gerekiyor.
.
Prof. Dr. Mehmet Ali Büyükkara (İstanbul Şehir Üniversitesi)
Comments are closed