
Tarih boyunca, coğrafi sınırlardan bağımsız olarak yaşanan insani krizlerin ortak bir özelliği vardır. Yüzeyde, bu krizler genellikle etnik temelli ayrışmalar ve toplum dinamiklerini derinden etkileyen olaylar silsilesi olarak algılanır. Oysa bu olaylar, trajik sonuçlara giden yolun yalnızca ilk taşlarını döşemiştir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa topraklarında yaşanan en büyük katliam olan Srebrenitsa Soykırımı, Birleşmiş Milletler’in ‘güvenli bölge’ ilan ettiği bir alanda, tüm dünyanın gözü önünde, Sırplar tarafından Müslüman Boşnaklara uygulanan acımasız bir soykırımdı. Ruanda’da ise Hutu-Tutsi etnik ayrımcılığıyla başlayan ve nefret söylemleriyle körüklenen ‘Böl ve Yönet’ taktiğinin ne denli zalimce sonuçlara yol açtığı görüldü. Gazze’de ise çok daha derin soluklu tarihi bir adaletsizlik ve özellikle 7 Ekim 2023 sonrası tüm dünya kamuoyunun yoğunlaştığı, etnik-dini ve işgalci bilinçle gerçekleştirilen kuşatma, soykırım ve sivillere yönelik insanlık dışı katliamlar yaşandı. Bugün Sudan’da derinleşen iç savaşa uzanan bu soykırım zincirinde, hepsini birleştiren çok daha derin bir ortak payda yatmaktadır: Kan ve Altın Yolu. Bu krizler, yüzeyde kimlik temelli çatışmalar olarak sunulsa da, aynı zamanda kritik kaynakların (toprak, su, altın, petrol ve stratejik konum) kontrolü için verilen çok boyutlu, acımasız savaşlardır. Sudan’daki mevcut çatışmalar askeri ve siyasi elitlerin iktidar mücadelesi gibi görünse de, Darfur’daki etnik şiddetin kökeninde yatan otlak ve su kaynakları ile Hartum’daki çatışmayı besleyen altın kaçakçılığı ve stratejik limanlar gibi ekonomik faktörler, küresel insani krizlerin ‘kaynak temelli anatomisini’ net biçimde gözler önüne sermektedir.
Bosna’da ki çatışmalar, eski Yugoslavya’nın dağılmasıyla tetiklenen bir kimlik savaşı gibi yansıtılsa da, temelinde toprak ve sınırların kontrolü arzusu yatmaktaydı. Balkan’ların çok uzun yıllar çalkantılarla boğuşmasına sebep olan siyasi ve etnik ayrışmaların en travmatik sonucu olan Srebrenitsa Katliamı, Sırplar, Hırvatlar ve Boşnaklar arasındaki etnik ve dini farklılıkların siyasi manipülasyonlarıyla nefret söylemine dönüştürüldü. Bölgede bir Sırp Cumhuriyeti kurulması hedefi için homojen toprak parçaları sağlamak amacıyla Boşnak’ların yaşadığı topraklarda ‘etnik temizlik’ operasyonlarına girişildi. Toprak sahipliği ve coğrafi hakimiyet kan dökmenin temel motivasyonuydu.
Ruanda’da yaşanan soykırım, sömürgecilik mirası ile başlayan etnik ayrımcılığın kıt kaynaklar üzerindeki gerilimi nasıl tetiklediğinin en çarpıcı örneklerinden biri olarak tarihe geçti. Belçika’nın sömürüsü altında belirgin hale gelen Huti – Tutsi kimlikleri kağıt üzerinde kazanılmış bir bağımsızlık sonrası dönemde siyasi iktidarın ve ekonomik kaynakların dağılımda bir ayrım şekli oldu. Hutu elitlerinin, Tutsileri topraktan ve siyasi alandan dışlama çabaları soykırımın ideolojik zeminini hazırladı. Bu etnik dışlama kaynakların kıtlığı baskısıyla siyasiler tarafından bir silah olarak kullanıldı. Siyaseti kontrol eden grup aynı zamanda sınırlı toprakları da yönetme gücüne sahip olmak istiyordu.
Gazze’deki insani kriz, dini ve etnik kökenli derin bir tarihi anlaşmazlığa dayansa da, güncel boyutunda stratejik kaynakların kontrolü ekseninde şiddetlenmektedir. Kuşatma sırasında Filistin halkının temel yaşam kaynaklarına erişimi sınırlandırılmış, hastane ve sivil alan gözetmeksizin orantısız bir güçle saldırılarak soykırım amaçlanmıştır. Su, elektrik ve gıdanın bir savaş aracı olarak kullanılması ekonomik bir cezalandırma mekanizması olduğunu göstermektedir. Gazze’nin Akdeniz’de ki stratejik konumu, potansiyel kaynak rezervleri (özellikle su) üzerinde İsrail’in kontrol ve hakimiyet çabası çatışmanın uzun soluklu ve farklı boyutlara uzanan yönleri olduğu düşüncesinde fikir birliği sağlamıştır.
Sudan ise sadece bir iktidar kavgası değil; etnik şiddetin doğrudan ekonomik çıkar ve doğal kaynaklar üzerindeki kontrol mücadelesi ile nasıl birleştiğinin en net kanıtıdır. Sudan’daki iç savaşın temel aktörleri, ülkenin resmi ordusu Sudan Silahlı Kuvvetleri (SAF) ile çatışan paramiliter grup Hızlı Destek Kuvvetleri (RSF)’dir. RSF, kökenleri Darfur bölgesindeki çatışmalarda yer alan ve soykırım suçlamalarıyla ilişkilendirilen Cancavid milislerine dayanan, General Muhammed Hamdan Dagalo (Hemedti) liderliğindeki paramiliter bir güçtür. RSF, Darfur’daki geçmişinde kanlı eylemler bulunan etnik gruplardan destek alarak, çatışmanın kimlik boyutunda korkunç bir şiddet sarmalı oluşturmasına neden olmuştur. Sudan’da yaşanan krizin en önemli ekonomik boyutu altındır. RSF’nin temel ekonomik kaynağı uzun süredir kontrol ettikleri altın madenleri ve uluslararası kaçakçılık yolları olarak bilinmekte. Bu durum, çatışma sebebinin basit bir siyasi anlaşmazlıktan ziyade ülkedeki en değerli ekonomik rantın kime kalacağı konusu olduğunu gözler önüne sermektedir. Kaynak üzerindeki mücadelenin, bölgesel ve küresel aktörlerin ilgisini çekmesi kaçınılmazdır. Özellikle Birleşik Arap Emirlikleri (BAE)’nin RSF’ye lojistik ve finansal destek sağladığına dair ciddi iddialar ve raporlar bulunmaktadır. BAE’nin bu desteği, Sudan altınına erişim ve Kızıldeniz üzerindeki stratejik etki alanını genişletme gibi ekonomik ve jeopolitik çıkarlarla ilişkilendirilmektedir. Rusya ve diğer bölgesel güçlerin de çatışmadaki çıkar arayışları, Sudan krizini sadece ulusal değil, uluslararası kaynak savaşlarının bir yansıması haline getirmektedir. Sudan’daki insani felaketin bir diğer yüzü, özellikle Darfur’da doğal kaynak kıtlığıdır. Tarımla uğraşan yerleşik kabileler ile hayvancılık yapan göçebe kabileler arasındaki otlak ve su kaynakları üzerindeki artan rekabet, iklim değişikliği ve kuraklıkla derinleşmiştir. Bu, siyasi çatışmanın altında yatan hayatta kalma mücadelesini gözler önüne sermektedir.
Bu örneklerin tümü, siyasi elitlerin ve uluslararası aktörlerin, halklar arasındaki mevcut etnik ve kültürel fay hatlarını, altın, petrol, su ve toprak gibi somut ekonomik kaynaklar üzerindeki kontrolü sağlamak için birer şiddet mekanizması olarak kullandığını kanıtlamaktadır. Krizlerin bu “kaynak temelli anatomisi”, insani felaketlere yönelik küresel bakış açımızın derinleşmesi gerektiğine dikkat çeker. Sadece insani yardım göndermek veya ateşkes çağrısı yapmak yerine, küresel toplumun bu çatışmaları tetikleyen ekonomik köklere ve kaynak kaçakçılığı ağlarına odaklanması gerekmektedir.
Sonuç olarak, Bosna’dan başlayan bu trajik döngü, bugün Sudan’da en acı haliyle devam etmektedir. Krizlerin etnik kimlik çatışmalarıyla başlatılarak kaynakların kimde kalacağı meselesini meşru bir hikayeye dayandırma çabasının tarihte onlarca örneği mevcuttur. Çatışmaların çıkış kaynağından ziyade nihai sebebi anlaşılmadıkça, coğrafyalar ve takvimler değişse bile “Kan ve Altın Yolu” insani hırslar ve karşılıklı çıkarlar sürdüğü sürece var olmaya devam edecektir.
.
Arya Yaren DİMİCİ
Yazarın diğer yazıları için tıklayınız















Comments are closed