(1.Bölüm için buraya, 2. Bölüm için buraya tıklayınız)
1979 ile 1980 yılları, Altın Portakal Film Yarışması için oldukça ilginç ve telafisi de bir o kadar geç gelen yıllar olarak sinema tarihine geçmiştir. 1979 yılında, Ömer Kavur’un Yusuf ile Kenan, Yavuz Pağda’nın Yolcular ve Yavuz Özkan’ın Demir Yol adlı yapımları, Antalya Altın Portakal Film Festivali’ne alınmamıştır. Sansür Kurulu, bu üç filme müdahale etmiş, sansür nedeniyle filmlerin bazı bölümleri kesilmek istenmiş, bunun üzerine tüm yapımcı ve jüriler de şenlikten çekilme kararı almışlardır. Jüri üyeleri; “tüm filmleri değerlendirme olanağı bulamadığımızdan, uzun metrajlı filmler dalında yapılan yarışmaya katılan yapıtları değerlendirmeme kararını oy birliği ile aldık” şeklinde açıklama yaparak durumu protesto ettiklerini belirtmişlerdir. Sansüre karşı bir duruş sergileyen festival yönetimi, 16. Antalya Altın Portakal Film Festivali’ni iptal etmiştir. 17. Antalya Altın Portakal Film Yarışması ise bir önceki yılı telafi etmek amacıyla bir önceki yıla ait filmlerin de festivale katılabileceklerini açıklar ve festival tarihleri, 13-20 Eylül 1980 olarak belirlenir. Festivalden bir gün önce, ordu yönetime el koyar, sıkıyönetim ilan edilir ve festival tekrar iptal edilir. 1979 ve 1980 yıllarının iptal edilen yarışma ödülleri, 30 yıl sonra sahiplerini bulacaktır…
1980 yılındaki sıkıyönetim sonrasında yeni anayasa çalışmalarına başlanır. Bu anayasaya göre, insan haklarının sınırlandırılması ve siyasal iktidarın korunması, ön plandadır. Basın sansürü, madde 13 ve 14’te ele alınırken, madde 26’ya göre de sinema ve televizyon yapımları, sıkı bir denetime ve izne bağlanmıştır.
1980’li yıllar, Yılmaz Güney’in hem siyasi kimliği ile hem de sinemacı kimliğinden dolayı oldukça hareketli geçmiş ve adından söz ettirmiştir. 13 Temmuz 1976’da 19 yıl hapis cezasına çarptırılan Güney, beş yıl hapis yattıktan sonra 1981 yılında izinli olarak çıktığı Isparta Yarı Açık Cezaevi’nden yurtdışına firar etmiştir. Yılmaz Güney’in hapisten kaçış serüveni, çok ilginçtir; hapse girmeden önce çekmiş olduğu Şeytanın Oğlu filminde bir günlük bayram izninde dışarı çıkan ve kayıplara karışan bir mahkûmun hikâyesini anlatan sanatçı, adeta kendi filminin başrol oyuncusu olmuştur. Hayatının bundan sonraki kısmını yurt dışında geçiren Güney, 1982 yılında Yol adlı filmi ile Cannes Film Festivali’nde 1. olmuştur. Bu başarısına rağmen sıkıyönetim tarafından yasaklı olan Yılmaz Güney filmleri, 1983 yılında “filmleri teslim” çağrısına maruz kalmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti tarihinde 1980 Askeri Müdahalesi, yalnızca sosyal hayata vurduğu darbe ile değil, insan haklarına ve sinemaya vurduğu darbe ile de yıllarca hafızalarda kalacaktır.
1980’li yılların ortalarında, Türk Sineması daha çok bireysel filmlere doğru kaymıştır. 1985 yılında Şerif Gören’in Yılanların Öcü adlı filmi, bir kere daha beyaz perdeye aktarılmıştır. Aynı konu ve farklı yönetmen ile aynı yazarın eseri, 23 yıl sonra tekrar sansür kurulu tarafından reddedilmiştir. Açıkça görünen şudur ki; toplum değişmiş, siyaset değişmiş, kültür değişmiş, kısacası her şey değişmiş ancak yasakların mantığı değişmemiştir.
1990’lı yıllara gelindiğinde, özel televizyonlar yaygınlaşmaya başlamış, insanlar sinemaya gitmektense evde zaman geçirmeyi tercih etmektedirler. Bu yüzden Türk Sineması, kan kaybetmiş ancak hiçbir zaman kepenkleri indirmemiştir. Ayrıca, dini temalı filmler de sinemadaki yerlerini bulmaya başlamışlardır. Sinemaya aktarılan ilk dini temalı film, Minyeli Abdullah adlı filmdir. Filmin bazı sahneleri rahatsız edici olduğu için çıkarılmış ve o şekilde gösterime girmesine izin verilmiştir.
Memozin ya da Mem u Zin adlı 1991 yılının filme aktarılmış Kürtçe eser de, ülkemizde tartışmalı konulardan birisi haline gelmiştir. 90’lı yılların sıcak zamanlarında sinemaya aktarılan eser, Kürtçe filmlerin oynatılıp oynatılamayacağı konusunda ikilem yaratmış, sonunda sansür kurulu Kürtçe filmlerin içerisindeki müziklerin ve sözlerin anlamlarını bilemedikleri için karar verememiş ve film, Kültür Bakanlığı’nca karara varılmak üzere bir üst kurula gönderilmiştir. Kültür Bakanlığı’nın izni ile sansür kurulunu geçen film, türünün ilk örneği olarak tarihe geçmiş ve fikri eserlerdeki Kürtçe sansürün kaldırılmasına öncü olmuştur.
1990’lı yılların sonralarında, sansür yasasında başka bir değişim daha olmuştur. Bu değişim sonrasında, artık sinema daha rahat nefes alabiliyor, daha özgür ortamda filmler çekilebiliyor ve seyirci ile buluşabiliyordur. Gelişim, değişim ve yaratım özgürlüğü, ülkemize gelmiştir ancak hala belli bir sınırlama vardır. 1960’lı, 1970’li yılların kısıtlayıcı zihniyeti bir nevi değişmiş, sansüre uğrayıp yasaklanan filmler artık kategorilere ayrılmak, yayınlanmadan önce de buna göre seyirciye bilgi vermek üzere yasada değişikliğe gidilmiştir. Sinema ve müzik gibi fikri eserler, yaşamlarımızın önemli noktasında bulunmakta ve bundan böyle bir denetleme kurumu değil, sınıflandırma kurumu tarafından gelecekleri şekillenmektedir. On sekiz yaşından büyükler için uygun, aile sineması, çocuk sineması, şiddet içerikli film gibi sınıflandırmaya gidilen filmler dışında kalanlar ise hiçbir şekilde yayınlanmayacaktır; yine de amaç yasak koymak değildir çünkü demokrasilerde örf ve adetleri koruma güdüsü vardır. Günümüzde yasak ile koruma, yine birbirine girmiştir ve devlet müdahalesi hayatın her alanında hissedilmektedir. Sansür, bu şekilde artık yoktur, ama aynı zamanda vardır da…
Türk sinemasına sansürün ve anayasal kuralların etkisi, küçümsenemeyecek şekilde sinema geçmişimizi etkilediyse de asıl etki sosyal ve siyasal gelişmelerle ortaya çıkmıştır. Türk sinemasının tarihsel gelişme süreci, toplumla ilişkileri açısından incelendiğinde; toplumsal yaşamdaki değişmelerin sinemaya yansımaları açıkça görülür. Sinemada önemli dönüşümlerin olduğu yaklaşık on yıllık zaman dilimleri, Türkiye’nin toplumsal-siyasal yaşamında da önemli değişimlerin yaşandığı dönemlerle örtüşmektedir. Bu değişimlerin yaşandığı dönemlerin, siyasal açıdan çok hareketli ve değişken oldukları da aşikârdır. 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980, yıllarında anayasal hükümetleri deviren üç adet askeri darbe, 28 Şubat 1997 sürecinde de “post-modern darbe” gerçekleşmiştir. Bu sürecin sonunda elbette ki Türk halkı ve Türk halkının tutum ve davranışları da değişmiş, değişen bu etkenler de sinemaya malzeme hazırlamıştır. 12 Mart 1971 müdahalesi, bir askeri muhtırayla hükümeti görevden uzaklaştırmakla sınırlı kalırken; 1960 ve 1980 askeri darbelerinde ordu bir süre yönetime el koymuş, birçok siyasi parti, kurum ve sendika kapatılmış; sorumlu oldukları gerekçesiyle birçok kişi idam edilmiştir. Bu iki darbenin bir diğer özelliği ise, yeni anayasa hazırlatmış olmalarıdır. Hazırlanan yeni anayasalarda fikri eserlerin akıbeti de belirlenmiştir. Ayrıca, 28 Şubat 2002 yılında Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidara gelip, günümüzde de iktidarda kaldığı dönemlerde, Türkiye yeni bir değişim sürecine daha girmiş bulunmaktadır.
.
Yazarın diğer yazıları için tıklayınız.
Comments are closed