İktidardaki Sosyalist Parti’nin belediye seçimlerinde 155 ili kaybetmesi ve aşırı sağcı parti Ulusal Cephe’nin 12 ili kazanarak kendi tarihinde rekora imza atması, sağcı popülist yaklaşımların Fransa’da ve Avrupa’da yükselişi bağlamında dikkatle takip edilmelidir. Bu durum, yüzde 38’lik rekor çekimser oy oranıyla gidilen seçimlerde, hem iktidardaki sosyalist partinin kendi seçmeninin beklentilerinde karşılık bulmamasının getirdiği bir «seçmen cezalandırması» olarak, hem de işsizlik ve güvenlik sorunlarının sağın yükselişine hizmet etmesi olarak değerlendirilebilir.
Özellikle güvenlik söylemleri nedeniyle «premier flic de France» (Fransa’nın baş polisi) olarak adlandırılan ve L’express dergisinin manşetinde «socialiste de droite» (sağın sosyalisti) olarak tanımlanan Valls’in yapılan hükûmet revizyonunda başbakan olması, iktidardaki sosyalist partinin sağın potansiyel kitlesine hitap etme çabası gibi gözüküyor. Fransa’daki sağın yükselişini, Avrupa seçimlerine baktığımızda da şaşırtıcı bir şekilde görmekteyiz. Aşırı sağ parti FN, yüzde 25’lik oy oranıyla Avrupa meclisinde 24 koltuğa, merkez-sağ parti UMP, yüzde 20’lik oy oranıyla 19 koltuğa, sosyalist parti ise yüzde 14’lik oy oranıyla 13 koltuğa sahip oldu. Sağ ve milliyetçi-korumacı bu eğilimi nasıl açıklayabiliriz?
Gittikçe büyüyen ekonomik kriz, işsizlik ve güvenlik sorunlarıyla bas gösteren ve aynı zamanda göçmen karşıtlığını da besleyen popüler milliyetçi söylemler, ulusal içe kapanmanın halkalaştırıldığı euroscepticisme (Avrupa-şüpheciliğine) neden olmakta ve bu söylemlerin taraftar toplaması, göçmen kökenli yurttaşlarımız için ciddi tehlikeler oluşturmaktadır. Güvenlik söyleminin «göç» olgusuyla bağlantılı olarak ele alınması ve göç konusunun «göç sorunu» başlığı altında işlenmesi, göçmen kökenli yurttaşların marjinalleştirilmesine neden olmaktadır.
Sistem-birey ilişkileri çerçevesinde değerlendirecek olursak, göç kökenlilerin topluma entegrasyon sorunu, iki yönlüdür. Göç kökenliler, sistem ve toplum tarafından «eşit yurttaş» olarak değerlendirilmediği için mi entegre olamamaktadırlar, yoksa entegre olamadıkları için mi eşit muameleye tabi tutulmuyorlar? Bu soru, çift yönlü bir sorgulamayı beraberinde getirmektedir.
Yurttaşlık ve milliyetçilik fikrini, “göç ve göçmen sorunu” ile ilişkilendiren nedir? Modernleşme ile birlikte eski ilişkilerin ve aidiyetlerin değiştiği toplumda, hem siyasi hem de kültürel anlamda hedeflenen homojenliğin sağlanması gerekiyordu. Modernist milliyetçilik kuramlarının en önemli ortak yönü, tam da bu noktadadır: kültürel ve siyasi bir homojenleşme aracı olarak “milliyetçilik”. Bir yanda “resmi eğitim sistemi” ile toplumsal bilinçte bir homojenlik yaratma söz konusuyken, diğer yanda “yurttaşlığa dayanan millet” temelinde siyasi birlik sağlanması, asıl hedefti. Ancak etnik köken meselesi, ulus-devletin tamamen reddedemeyeceği tarihsel bir gerçek olduğundan, zaman zaman sahneye çıkarak sorun haline gelmiştir. Ulus devlet, etnik temele vurgu yapıp dışlayıcı olduğu oranda, başka etnik taleplerin de yaratıcısı olmuştur. Özellikle devlet, milli kimlik olarak belirlediği ve öne çıkardığı kimlik değerlerinin geçerliliğini toplumsal realite karşısında kaybederse, etnik köken arayışları ve “kendi kendini yönetme” taleplerinin ortaya çıkması kaçınılmazdır. Bu girişimler, sadece içsel faktörlerden değil, artık dışsal faktörlerden de etkilenir hale gelmiştir. Özellikle çok-kültürlülük, hatta kültürler-arasılık fikrinin öne çıktığı globalleşme ile birlikte, bu süreç daha da çok tartışılmaya başlanmıştır.
1990’lı yıllarda hem Avrupa’da hem de Avrupa dışında federal yönetim ya da bağımsız devlet kurma isteğine dayalı milliyetçi talepler, tarihte hiç olmadığı kadar yoğunlaşmıştır. Dieckhoff’a göre bu milliyetçilikler, gerileticidir. Çünkü özel aidiyetleri önceleyerek, en yüce bağlılık olan politik vatandaşlığı zedelemektedir. Aynı zamanda da evrensel değerlerin güçlendiği global bir çağda anakronik bir özellik taşımaktadır. Küreselleşmenin derinleştiği bir çağda, milliyetçi taleplerin genişliği nasıl açıklanabilir?
Milliyetçiliğin paradoksu burada bulunmaktadır. Toplumsal perspektifte, bireyler birbirlerine benzedikçe, milliyetçilik yenilenen bir kuvvetle kendini ifade etmektedir. Norbert Elias’in ifadesiyle tüm farklılıkları birbirine benzetici bu “medeniyet sureci”, paradoksal bir biçimde başta kimlik talepleri olmak üzere güçlü sembolik farklılaşmaların ana kaynağının kendisidir. A.Touraine’e göre; birbirine zıt ama aynı zamanda birbirine sıkıca bağlı iki eğilim söz konusudur Touraine, bu iki eğilimi şu şekilde açıklamaktadır: Ekonominin globalleşmesi, üretimin, tüketimin ve iletişimin uluslararasılaşmasını; aynı zamanda da sosyal, kültürel ve toprağa bağlı kimlikler üzerinde etkili olan tehditlere karşı direnen savunmacı milliyetçiliklerin gelişimini tetiklemiştir. Bu analizi Çağdaş Avrupa’daki uç milliyetçi hareketlere uygulayan Touraine, Fransa’daki “le movement Poujade” ve “le Front national de J.-M. Le Pen” örneklerinden hareket ederek, birincisinde; ticaretteki entegreci gelişmelerce tehdit edilen tüccarlardan, ikincisinde ise ekonomik ve ahlaki dönüşümlerce tehdit edildiğini hisseden gruplardan bahsetmektedir. Bu gruplar, dünya parasına (yani ulus-üstü bir para birimine), göçmenlere, ahlaki erozyona uğramış gençlere karşı otoriter önlemler talep etmektedirler. Bu tür pasif milliyetçilik, tehdit edildiğini hissettiği anda saldırgan hale gelmektedir. Touraine’ın tepkisel milliyetçiliğin temel dinamiklerini açıklayan şu tespiti önemlidir: “Modernlik ne kadar dışarıdan gelirse, toplum kendini o kadar bu dış dünya tarafından çekilmiş ve itilmiş hisseder. Böylece geleneklerin savunulması, yerini kültürel kaynakların harekete geçirilmesi politikalarına bırakır.” Yani savunmacı, pasif bir durumdan tepkisel, aktif bir duruma geçilir. Benzer yaklaşımı farklı ifadelerle Pierre-André Taguieff’in Néo-nationalisme, yani 4. dalga milliyetçilik fikrinde görmekteyiz. Bu milliyetçilik, sonuçları kitle kültürünün zorlayıcılığı, yoksullaştırıcı bir tek-tipleştirme olan ekonomik globalleşme ve bilginin globalleşmesine verilen bir tepkidir. Bu tür bir globalleşmenin yıkıcı etkilerine karşı verilen tepki, değişik şekillerde kimliksel başkaldırı olarak kendini göstermiştir.
Devletler açısından ele alırsak, Avrupa Birliği’nin kendi içinden globalleşen yapısına karşı verilen tepkisel yaklaşımlar söz konusudur. Milliyetçilik, bir anlamda küreselleşme benzeri ulus-üstü ya da bölgeselleşme benzeri ulus-altı süreçlerin ulus devlet ya da ulus nezdinde yarattığı çözücü etkilere verilen bir reaksiyon haline gelebilmektedir. Ulusal kültüre, ulusal egemenliğe, bağımsızlığa yani milliyetçiliği barındıran unsurlara yönelik tehdit algılaması ile gelişen bu milliyetçiliğin asıl amacı, çözücü etkilere karşı birlik olmayı sağlamaktır. Avrupa Birliği ülkelerinde, özellikle sağ kanatta beliren güvensizlik, hatta düşmanlık, “Kimlik, Gelenek, Ulusal egemenlik” kavramları temelinde yükselmektedir. Kültürel ve geleneksel değerlerin, ulusal çıkarların, egemenliğin, kimliklerin ve farklılıkların yani milliyetçi öğelerin savunucuları; Avrupa Birliğine, bu değerleri tehlikeye attığını öne sürerek mesafeli yaklaşmaktadırlar. Ulusal kimliklerin zayıf olduğu ülkelerde bölgecilik (régionalisme) olarak ortaya çıkan oluşum da, aslında milliyetçilikle aynı düşünsel temeldedir. Her ikisi de gerçek veya Anderson’un deyimiyle hayali, duygularıyla ve değerleriyle kendilerini ait hissettikleri gruba olan savunmacı bir bağlılıkla kendini ifade etmektedir. Bu savunmacılık, aynı şekilde gerçek ya da hayali yaratılan “tehdit” algısının yardımıyla, bağlılık duygusunu arttırarak milliyetçi bir tepki biçimini ifade etmektedir.
Siyasi birliğin çok-kültürlü toplumlarda belli bir etnik aidiyete vurgu yapılarak sağlanamayacağı bir dönemde, demokrasi, hak ve özgürlük temelinde farklı etnik gruplardan olan bireylerini bir merkezde toplayan “yurttaşlık” kurumunu tartışmaya açan nedir? Bunun milliyetçilikle doğrudan bağlantılı olduğu nokta neresidir? Eğer ulus devlet olarak var olmaktan bahsediyorsak ve aynı zamanda küreselleşme ile öne çıkan çok-kültürlülük kavramı karşısında ilgisiz kalamıyorsak ve bu yüzden çözüm, siyasi birlik temelinde çok-kültürlülüğü yaşatmaktan geçiyorsa, bu mümkün müdür?
Bu ortak kimliğin oluşturulması fikri, göçmen kökenli yurttaşların topluma hem duygusal hem de siyasi bağla kendilerini ait hissetmeleri ve eşit yurttaşlar olma istekleriyle uzlaştırılmasından geçmektedir. Çünkü unutulmamalıdır ki, Martin Hopenhayn’in saptamasındaki gibi kültürel-politik merkez, artık yer değiştirmiştir. Yurttaşlık pratikleri, artık devlet ve millet gibi merkezlere doğru değil, kültürel ve kimliksel çatışma alanlarına doğru yönelmiştir. Yurttaş, demokrasi mekanizması temelinde tabi olduğu devletinin, artık pasif bir üyesi olmaktan çıkmış, aidiyet duygusuyla kültürel anlamda bağlı olduğu grubunun haklarını genişletmeye çalışan ve bu yönde mücadele veren aktif bir öğe haline gelmiştir. Eğer bir devlet multi-kültürel bir gerçekliğe sahipse, eşitlik ve ayrımcı olmama adına belli zorluklara da sahiptir. Çünkü bir devletin kültürel olarak nötr olması, zor bir durumdur.
Liberal demokrat geleneğe göre (Fransız ve cumhuriyetçi versiyonunda da); mevcut haklar ve kurallar, bizim yurttaşlar olarak tanınmamızı sağlamaktadırlar. Ancak bu kurallar ve haklar; dile, tarihsel yeniden kuruluşa ve grupsal geleneklere bağlı olduğu ölçüde, bireysel kimliklere karşı nötr olamazlar. Çoğulcu bir devlette kültürel çoğunluğu korunacak bir değer olarak kabul etmek ve bunu kültürel çeşitliliğin her türünü kapsayacak bir politika haline getirmek önemlidir. Bu nedenle ya devlet karışık ve çok sayıdaki kimliklere adapte olmalıdır ya da onları adapte etmelidir. Yani, devletler ya egemenliklerini bu çeşitliliğe karşı yeniden gözden geçirmeli ya da yapay olarak bir araya gelmiş “basit bir öğe” olarak vatandaşlarını dönüştürmeyi denemelidir ki; bu sonuncusu asimilasyon fikrine tekabül etmektedir.
Toplumsal gerçekliğin kendini açıkça ifade etmeye başladığı bir dönemde artık, yeni kültürel politikalar; asimilasyona değil, çeşitli kimlikleri entegre edebilecek bir toplum yapısını oluşturmaya yönelik olmalıdır. Tam da bu noktada, bu döneme kadar geçerli olan ulus-devlet dayanakları, gerçekliklerle yüzleştiği oranda geçersizleşmeye başlamıştır. Bu nedenle önemli olan, yurttaşlık kimliğini herhangi bir kültürel kimlikle bağdaştırmamaktır. Aksi halde yurttaşlık, çoğunluğun etnik kimliğini taşıyanlar ve taşımayanlar ayrımı yaratarak ikili bir yapı oluşturacaktır ve bu durum da ülke birliğini tehdit edecektir.
Sonuç olarak; Fransa’da yukarıda anlatmaya çalıştığım temellerde globalleşmeye karşı oluşan tepkilerin ve toplum-içi sorunların getirdiği, hem toplum hem de devlet düzeyinde oluşan içe kapanmacı ve popülist milliyetçi refleksler, göç kökenli yurttaşların sisteme entegrasyonunu imkânsız kılmaktadır. Çözüm; bireyleri tek-tipleştirici bir sisteme entegre etmek değil, farklılıkların zenginlik olarak kabul edildiği ve bunun toplumsal faydaya katkı sağlayacak bir unsur olarak ele alındığı bir sistem oluşturabilmektir. Bunu başarabilmek ise, sağın ve milliyetçiliğin yükseldiği bir sosyal-siyasal düzende maalesef mümkün gözükmemektedir.
Yazarın diğer yazıları için tıklayınız.
Comments are closed