Birleşik Krallık, namı diğer İngiltere 12 Aralık’ta sandığa gitti. Malum Brexit konusunda uzun zamandır yaşanan çıkmaz sonucunda, çiçeği burnunda Başbakan Boris Johnson ülkeyi erken seçime götürmeyi uygun buldu. Doğrusu seçim sonuçlarına bakınca siyaseten çok doğru bir karar aldığını söylemek mümkün. Aslında İngiliz siyasetinde bu kaotik atmosfer 2016 yılında yapılan referandumla başladı dersek haksız olmayız. Referandum sonucunda AB’den ayrılma kararı çıkması bizi bu noktaya getirdi diyebiliriz. 2017 seçimi ve ardından yaşanan bitmek bilmeyen tartışmalar, istifalar ve en sonunda Londra belediye başkanlığı dönemindeki başarılarıyla dikkat çeken Boris Johnson’ın Başbakanlık koltuğuna oturması.
Önce kısa kısa konunun anlaşılması için seçimle ilgili bazı temel bilgileri tekrar etmekte fayda var. Avam Kamarası’da denilen İngiliz parlamentosu (House of Commons) 650 milletvekilinden oluşuyor. Dar bölge seçim sistemi uygulanan ülkede 650 seçim bölgesinde, oy oranı ne olursa olsun en fazla oyu alan aday milletvekili seçiliyor. Ülke genelinde aldığınız oy miktarının doğrudan bir etkisi yok. Yani ülke çapında %10 oy bile almış olsanız, seçim bölgelerinde birinci olmadığınız sürece parlamentoda temsil hakkınız mümkün değil. Bu durum bölgesel olarak güçlü partileri sistem içerisinde ön plana çıkarıyor. Örneğin, bu seçimlerde SNP (İskoç Ulusal Partisi) ülke genelinde oyların sadece %3,9’unu almasına rağmen toplamda 48 milletvekilliği elde etti. Liberal Demokratlar (LD) ise, oyların %11,5’ini almalarına rağmen sadece 11 milletvekilliği elde edebildiler.
Seçim sonuçları gerçekten de ilginç veriler içeriyor. Beklentiler tek başına bir Muhafazakâr Parti (Conservative-Tory) hükümetinin kurulacağı yönünde idi ama hiç kimse İşçi Partisinin (Labour) bu derece kötü bir sonuç alacağını tahmin etmiyordu. Muhafazakâr Parti ülke genelinde oyların yaklaşık %44’ünü alarak tarihi bir zafer elde etti. Tek başına iktidar olmak için 326 sandalyenin yettiği parlamentoda, 365 milletvekilliği kazandılar. Bu durum “Demir Lady” lakaplı Muhafazakâr Partinin efsane lideri Margaret Thatcher döneminden (1979-1990) sonraki en başarılı seçim sonucu. İşçi Partisi için ise işler iyi gitmedi demek yetersiz kalır. Tam olarak 59 sandalye kaybeden İşçi Partisi, 1935’den sonra ilk defa bu kadar ağır bir yenilgi aldı. İşçi Partisinin kalesi konumundaki bazı seçim bölgeleri ilk kez Muhafazakâr Partiye geçti. Özellikle Kuzey İngiltere’deki işçi sınıfı ağırlıklı yerlerde ciddi bir oy geçişi olduğu görülüyor. (daha ayrıntılı veriler için bkz. https://www.bbc.com/news/election/2019/results)
Seçim sonuçlarını daha detaylı bir biçimde analiz etmeden önce birkaç ilginç not paylaşmak isterim.
Liberal Demokrat Partinin lideri Jo Swinson kendi seçim bölgesinden seçilemedi. Açıkçası liberal demokratlarda bu seçimin bir diğer kaybedeni oldular.
650 kişilik parlamentoda 220 kadın vekil seçildi. Parlamentonun en genç üyesi de (Baby of the House) bir kadın. 23 yaşındaki Nadia Whittome İşçi Partisinden vekil oldu.
Birleşik Krallığın AB’den ayrılması sürecinde etkin bir rol oynayan, kimilerinin sevdiği kimilerinin ise neredeyse nefret ettiği ilginç siyasi figür Nigel Farage’nin Brexit Partisi ise herhangi bir vekillik kazanamadı.
İşçi Partisinin efsane vekili Dennis Skinner 1970’den beri süregelen vekilliğini kaybetti. İngiliz Parlamentosunda yaptığı ustalık işi konuşmalarla popüler bir isim olan Skinner, hazırcevaplığı ve iğneleyici üslubuyla İngiliz siyasetinde özel bir isimdi. İlerlemiş yaşından ve geçirdiği bazı rahatsızlıklardan dolayı seçim kampanyasında yeterince aktif olamayan Skinner parlamentoda kesinlikle özlenecek isimlerden biri. (meraklısına not: buradan fikir vermesi bakımından kendisi ile ilgili bir video linkini paylaşıyorum. https://www.youtube.com/watch?v=bLxWrp-rEeg))
İskoçya bir kez daha sarıya boyandı. SNP (İskoç Ulusal Partisi) bir önceki seçime göre daha güçlü bir biçimde varlığını gösterdi. İskoçya genelindeki 59 seçim bölgesinin 48’sini SNP aldı. Bu durum AB ile yolların ayrılmasından sonra İskoçya için yeni bir bağımsızlık referandumu ihtimalini güçlendirmiş durumda. İskoçya Özerk Yönetimi Başbakanı ve SNP lideri Nicola Sturgeon performansıyla göz dolduruyor. Gelecekte daha etkili olacağını söylemek mümkün.
Brexit tartışmalarında önemli bir gündem maddesi olan Kuzey İrlanda’da ise, İngiltere ile birlik olmaktan yana kesimler güç kaybetti. Demokratik Birlik Partisi (DUP) mevcut 10 sandalyesinden ikisini, sol çizgideki SDLP’ye (Sosyal Demokrat & İşçi Partisi) kaptırdı. İrlanda’nın birliğinden yana olan Sinn Fein ise yine 7 milletvekili kazanarak gücünü korudu ancak bilindiği gibi Sinn Fein milletvekilleri Kraliçe’ye bağlılık yemini etmeyi reddettikleri için parlamentodaki yerlerini alamıyorlar. Brexit sonrası Kuzey İrlanda’nın durumu ve sınır meselesinin nasıl çözüleceği merak edilen bir husus. 1998 tarihli Hayırlı Cuma (Good Friday) Anlaşması adadaki çatışmalara son vermişti. Bu anlaşmaya göre, İrlanda Cumhuriyeti ve Kuzey İrlanda’nın ortak bir ekonomik pazarda yer alması sağlanmıştı. Birleşik Krallığın AB’den çıkması demek bu anlaşmanın da revize edilmesi anlamına geliyor.
Muhafazakâr partinin seçim başarısının nedenlerini birkaç ana başlıkta özetlemek mümkün diye düşünüyorum.
- İlki ve en önemlisi Brexit konusu tabii ki. AB’den ayrılma meselesinde Muhafazakâr Partinin lideri Johnson son derece net bir tutum sergiledi. “Ben bu işi kısa zamanda bitiririm ve ülkenin gündeminden kaldırırım” diyerek, bu meselenin tabiri caizse sakız gibi uzamasından ve gündemi meşgul etmesinden rahatsız olan geniş bir kesimin desteğini aldı. Verdiği mesajlar sade ve basitti. İşçi Partisinin lideri Jeremy Corbyn ise bu konuda çok kötü bir politika uyguladı desek yanlış olmaz. Tarafsız bir tutum takınmayı önceleyen Corbyn iki tarafı da küstürmemek üzerine bir yol tutturmaya çalıştı. Oysa Brexit meselesi İngiliz kamuoyunda oldukça gergin bir gündem maddesi. Belirsiz bir gelecek İngilizlerin alışık olduğu bir durum değil. Net olmayan kararsız bir tavır seçmende olumsuz bir hava yaratmış gibi görünüyor. Bir anlamda Corbyn ne İsa’ya, ne Musa’ya yaranabildi.
- Corbyn’nin seçim kampanyası dağınık bir görünüm arz etti. Birçok konunun iç içe geçtiği, kafa karıştırıcı mesajları olan bir süreç yaşandı. Bence İşçi Partisi ve lideri seçmen davranışlarını ve beklentilerini doğru okuyamadı. Jeremy Corbyn esasında tecrübeli bir siyasetçi. 1983’den bu yana Parlamento’da görev alıyor. Kendisini “demokratik sosyalist” olarak tanımlayan Corbyn, kendi partisi içinde bile aşırı sola yakın olmakla eleştirilen bir isim. Halka yakın tavırlarıyla dikkat çeken siyasetçi, Londra’da ve göçmen çevrelerinde popüler bir isim. Ancak anlaşılan o ki Corbyn partisinin geleneksel tabanı olan ağırlıklı olarak kuzey İngiltere’de yaşayan işçilerle aynı bakış açısını yakalayamadı. Aslında bu sorun bu seçimde ortaya çıkan bir mesele değil gibi. Solun hemen hemen her ülkede yaşadığı bir çıkmaz sokak desek yeridir. Solun şehirli kesimlerle olan yakınlaşması, marjinal olarak nitelendirilebilecek gruplar ile yaptığı ittifaklar, sürekli olarak çevre sorunları, LGBT vb. ile ilgili konuların en önemli gündem maddesi haline gelmesi gibi durumlar, toplumun orta ve alt sınıflarında, çok zor şartlarda çalışmaya ve yaşamaya çalışan kesimlerde bir duygusal kopuşa yol açıyor. Ertesi ay kirasını ödemekte zorlanan bir emekçiye küresel ısınmanın ne kadar kötü bir durum olduğunu anlatmanın siyaseten bir anlamı yok. Halkın gerçek sorunlarından koparılan bir solun siyaseten geleceği noktayı tahmin etmek pekte güç değil doğrusu.
- Bir diğer önemli konu, İngiliz siyasetinde her seçim önemli bir gündem maddesi olan NHS (Ulusal Sağlık Sistemi). NHS İngilizlerin gururla savundukları ancak son yıllarda ciddi kaynak sorunları olan dev bir yapı. NHS ve sosyal devletin geleneksel savunucu olan İşçi Partisi bu anlamda psikolojik bir üstünlüğe sahip olabilirdi. Ancak Johnson son derece akıllı bir strateji ile bu üstünlüğü rakibine vermedi. NHS’nin yeni personel alacağını ve ek fonlarla destekleneceğini açıklayarak seçmene güçlü ve olumlu sinyaller verdi. Esasen İşçi Partisi de bundan daha fazla bir şey vadetmedi. Corbyn NHS’nin sorunlarını gayet iyi bir dille ifade ederken, bunları nasıl çözeceği konusunda bilindik laflar dışında yeni bir şey söylemedi. Oysa kamuoyunun bu konuda siyasetçilerden beklentisi, daha köklü ve kalıcı çözümler üretmeleri yönünde. Birde Corbyn’nin eski usul bir anlayışla sorunların çözümü için her şeyi millileştirme sözü vermesi seçmende karşılık bulmadı. Bu da oldukça anlaşılabilir bir durum aslında, mesela malum Birleşik Krallık’ta birçok kişi ulaşım hizmetlerinden memnun değil ama bunun çözümünün trenleri tekrar devletin işletmesi olmayacağını da herkes biliyor. Demek istediğim sorunları ifade etmek artık seçmen için yeterli bir durum değil, insanların beklentisi bu sorunların kalıcı olarak nasıl çözüleceğine ilişkin rasyonel ve gerçekçi çözümler duymak.
Sonuç olarak, Boris Johnson halktan büyük bir destek alarak, siyaseten usta bir aktör olduğunu ispatlamış oldu. Bu durum aslında halkın ona büyük bir güven duyduğu anlamı gelmiyor. Dolayısıyla, bundan sonrasının kendisi için kolay olduğunu söylemek pek mümkün değil tabii ki. Önünde acilen ilgilenmesi gereken birçok mesele var. Özellikle Brexit konusu, NHS’nin sorunlarının çözülmesi, sosyal bakım hizmetlerinin iyileştirilmesi, göçmenlik sisteminin Brexit sonrası revize edilmesi vb. gibi konular büyük önem arz ediyor. Takip etmeye ve yorumlamaya devam edeceğiz.
Mehmet Yılmazöz
Comments are closed