Türkiye’de doğmuş, büyümüş, eğitim görmüş ve bu yaşına kadar ülkenin dışında 3 aydan fazla kalmamış bir insan olarak, değişim programı kapsamında Strazburg’a 1 sene yaşamak üzere gelmiş bulunuyorum. Fransa’nın en güvenli şehirlerinden birisi, Alman şehri mi olsa yoksa Fransız şehri mi… karar verememiş bir yerdeyim şimdi. Şehrin mimarisi, her iki ülkenin izlerini taşıyor; uzun yıllar içinde bir o ülkeye bir bu ülkeye ait olarak geçirmiş bir şehir olması ve 1. Dünya Savaşı’nın çıkış nedeni olan Alsace-Lorlainne’in de baş şehrini oluşturması sebebiyle Strazburg, ne Almanya’nın ne de tam olarak Fransa’nın artık. Kısacası, Avrupa’nın başkentinden selamlar…
Strazburg ve genel olarak Alsace bölgesi, Fransa genelinin en yoğun Türkiye kökenli nüfusunu içinde barındırmakta ve bu nedenle şehrin pek çok yeri buram buram memleket havası taşımaktadır. Sivil toplum kuruluşlarından Türk restoranlarına, sinemasından hastanedeki doktorlarına kadar Türkiye kökenli Fransızlara farklı alanlarda hizmet sunmak üzere şehrin her yerinde bir Türk işletmesi/işletmecisi bulmak mümkündür. Strazburg’a geldiğim ilk andan itibaren, burada yaşamak üzere geldiğimi bildiğim ve alışamama lüksüm olmadığı için, sosyal hayata adapte olmada sorun yaşamadım. Tabii ki bu durumda, Türkiye kökenli nüfus ve yolda yürürken duyduğum Türk müziğinin de etkili olmuştur.
İhtilalin ülkesi Fransa, demokrasinin beşiği ve İnsan Hakları’nın kalbi; Strazburg ise uluslararası enstitülerin, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin, Avrupa Konseyi’nin, Avrupa Yerel ve Bölgesel Yönetimler Kongresi’nin şehri… Eşitlik, özgürlük, insan hakları denildiğinde akla gelen ilk ülkelerden birisi olan Fransa’da, gerçek ise hiç de görüldüğü gibi değil aslında. En azından bir de diğer yönü ile karşımıza çıkıyor Strazburg ve Fransa…
Irkçılık ve Antisemitizme Karşı Uluslararası Mücadele Birliği’nin (LICRA) yayınlamış olduğu araştırmaya göre, otuz sene öncesi ile karşılaştırıldığında, Fransa’da Müslüman olmanın %61, Afrika kökenli olmanın ise %56 daha zor olduğu düşünülmektedir. Yapılan araştırmalar sonucunda, kişilerin ten rengi ve ataları sebebiyle uğradıkları ayrımcılık ortaya konulmaktadır. Yabancı kökenli ya da yabancı milliyete sahip olanlarda ayrımcılık %71 oranında, yabancı bir soyadına sahip olmak %70 oranında ve farklı bir ten rengine sahip olmak %66 oranında dışlanmaya sebep olmaktadır[1]. İlginç olan ise, kişinin kökeni; kişinin kariyeri boyunca farklı bir işte çalışmasının önüne geçmekte ve kökenine göre işe alım yapılmakta ya da yapılmamaktadır. Böylece, toplumda bir kez “garip” olarak görülen kişiler, hayatları boyunca bu sıfat ile yaşamak durumunda kalmaktadır.
Fransız halkının çoğunluğu, ırkçılık eylem ve düşüncesinin arttığını düşünmektedir. “Marche des Beurs” olarak da adlandırılan eşitlik ve ırkçılık karşıtı yürüyüşün ve Fransız ırkçılık karşıtı sivil toplum kuruluşu olan “SOS Racisme”in kuruluşunun otuz sene sonrasında, Fransız halkının %74’ü ırkçılığı bir tehlike olarak görmektedirler. Bunun en büyük kanıtı, maalesef Adalet Bakanı Christiane Taubira’ya yöneltiren ırkçı “benzetme” ile görülmektedir. Fransa Sosyalist Partisinden bakan olarak seçilen Afrika kökenli Taubira, adaleti güvence altına almak ve adil bir Fransa Cumhuriyeti için görevini yerine getirmektedir. Ancak, çoktan geçtiği düşünülen Fransa karanlık zamanları, bir bakıma geri dönmüştür. Ulusal Cephe (FN-Front National) siyasi parti üyesine ait ırkçı saldırılar, adalet bakanını mağdur etmiş, ülkenin üzerine kirli bir hava çökmesine neden olmuştur. Adaletin ve İnsan Hakları’nın kalbi olan Fransa’da Adalet Bakanı, maymuna benzetilmiş ve bu benzetme üzerinden yürütülen tartışma Fransız medyasında yürütülmüştür.
Fransa’da Yahudi ve İslam karşıtlığı eylemler, her geçen gün tekrarlanmakta ve bu eylemlerin önüne tam anlamı ile geçilememektedir. Özellikle Türkiye kökenli vatandaşların yoğun olarak yaşadığı Alsace bölgesinde, camilere yapılan ırkçı saldırılar gündemde yer etmekte, cami duvarlarına domuz resmi, gamalı haç çizilmekte, ırkçı söylemler yazılmaktadır. İslam’ın Fransa’ya ve Fransız olmaya karşıt bir olgu olarak algılandığının ve bu yanlışla lanse edildiğinin en büyük kanıtı, cami duvarlarını “süsleyen” “Vive la France[2]” yazılarıdır. Bunun yanında Yahudi karşıtı eylemleri ile tanınan Fransız komedyen Dieudonné; ırkçı, antisemitik, ayrımcı ve yabancı düşmanlığı konularında espriler yapmakta ve bu şekilde Fransa gündeminde kalmaya devam etmektedir. Son haftalarda gelişen olaylarda ise komedyenin şovlarına Fransa’daki tüm şehirlerden tepkiler yağmış, kişinin gösterileri valilikler tarafından yasaklanmıştır. Yine de Dieudonné, artık Fransa’da siyasi kişiliği olan ve ırkçı söylemleri ile prim yapmayı başaran, komedyen maskesi altına saklanan birisi olarak gündemden hiç düşmemektedir.
Fransa’da yaşanan ırkçılık ve ayrımcı eylemlere karşı toplum, elbette sessizliğini korumamakta ve olaylara engel olmak için bir şekilde harekete geçmektedir. Fransa’da 2013 yılının Kasım ayı, “La Marche des Beurs” adlı Eşitlik ve Irkçılıkla Karşı Yürüyüş’ün 30. yıl dönümüydü. Eşitlik ve Irkçılığa Karşı Yürüyüş’ten esinlenerek konuyu sinemaya aktaran Belçikalı yönetmen Nabil Ben Yadir, 30 sene önce yaşanan olayları objektif bir gözle beyazperdeye yansıtmış ve ayrımcılık konusuna dikkat çekmeyi başarmıştır.
Fransa’ya gelen göçmenlerin çocukları olan ikinci kuşak kişilerce düzenlenmiş olan gösteri ve yürüyüş, eşitlik için Fransa’da gerçekleştirilen ilk girişim niteliğini taşımaktadır. Sosyal konutlarda sıkışıp kalmış, yoksulluk içinde hayatlarına devam eden bu gençler, polisin başına buyruk davranışlarına, adaletsizliğine ve şiddet eylemlerine karşı seslerini yükseltmek istemişlerdir. 15 Ekim günü Marsilya’dan yürümeye başlayan Eşitlik ve Irkçılık karşıtı “Beurs[3]” grubu, Minguettes/Lyon’da ırkçı saldırılar konusuna dikkat çekmek istemişler ve aynı konulardan ilham alan 100.000 kişilik bir grupla buluşmak üzere Paris’e girmişlerdir. Belçikalı yönetmen Nabil Ben Yadir de, 27 Kasım 2013’te Fransa’da gösterime giren “La Marche” adlı filmini, bu tarihi olaydan esinlenerek yaratmıştır.
Bugün, Fransa’daki 132. günüm. Bir değişim programı çerçevesinde Fransa’ya geldiğim ve tam bir sene kalacağımı en başından itibaren bildiğim için, Strazburg’a alışmak, burada yaşamak benim için hiç zor olmadı. Çalışmak üzere geldiğim kuruluşta araştırmalara başladığım andan itibaren ortaya çıkan verilerin bir kısmına yukarıda değinmeye çalıştım. Fransa’da yaşamak, benim için zor değil ancak maalesef aynı şeyi, “göçmen” ailelerde doğmuş ve yasal olarak Fransız vatandaşlığını almış olmalarına rağmen hep o “göçmen” kökene sahip olmaları dolayısıyla buraya ait “olmayan”, oldurulamayan kişiler için söyleyemeyeceğim.
Strazburg’da yaşamak, benim için kolay olmakla birlikte, pek çok kişi için ise zordur. Sonunda benim güzel ülkeme dönecek olmanın verdiği mutluluk ile, Strazburg’dan selamlar…
.
[1] OpinionWay Denetim, 7 Ekim 2013
[2] Yaşasın Fransa! Anlamına gelen Fransızca cümle.
[3] Aileleri Fransa’ya göç etmiş, Kuzey Afrikalı kişileri tanımlamak için kullanılan terim. Ref: http://beurgeoisie.fr/
Comments are closed